Jean-Luc
Nancy
the
sense of the world, 123-139
Bugüne
dek, kuşkusuz parçalanma, espas, serimleme, parçalı iş, vb. en aşırı
sınırlarına ulaşmaya başladı. Fazlasıyla kırılma, aşınma, yaralama, buruşturma,
parçalara ayırma, uçucu, bozucu vb. aşırılıklar yaptık ve aşırılığı kendi
sınırını aşan fazlalık olarak görmeye başladık. Bu, dünyeviliğin, kendisiyle
aşkla, delicesine bütünleşmesinin, neden küçücük bir parçada tersine
çevrildiğini gösterebilir.
Bugün,
bunun sıklıkla dile getirilmesinde kırgın, tepkici ve intikamcı bir tonlama
var. Bu tonlama sanatımız, düşüncemiz ve metnimizin çöküş içinde olduğunu
anlamayı dinleyicisine havale eder ve biri de yenileme çağrısı yapar. Bu tür
durumlarda hep olduğu gibi bu hiçliği ifade eder, sadece olay ve onun
hakikatinden kaçış.
Elbette
karara varmak için nedenlerin hiç şansı yok, herhangi bir çağın kendi rolünü
oynaması gibi, ertelenmiş bir çağ da, döngüsünü tamamlamalıdır: Kesilme,
parçalanma. Ve böyle bir şey gerçekten de gerçekleşme sürecindedir.
Yine
de, asla aynı olmayan -fakat daha çok aynının bulanık biçimde değişmiş hali
olan- kendi geri gelişi dışında, hiçlik kendini tekrarlar, hiçlik hep geri
gelir. “Sanat”ın dünyanın halini küçümsemeden bir kozmos yokluğunu
öykünmek olduğunu sananlar hariç, parçalanmış olan ne yeniden
yapılandırılabilir ne de yeniden yaratılabilir.
Fakat
elbette parçalanmış olan -“güzel” ve “yüce”nin belli bir kozmetiği, sanatın ve
eserin belli bir konfigürasyonu,- çöküş süreci içinde basitçe ortadan
kaybolamaz. Her şeyden önce parçalanmada neyin geriye kaldığı
bilinmeli: güzel, güzelin parçalanması içindeki güzel midir? O nasıl
parçalanmaktadır? Başka deyişle, hiçin kaldığı varsayılsa bile, parçalanmanın
onu izleyen özün yerini uygun biçimde değiştirdiği varsayılsa bile, biri
kendine sormalı, bu “öz”ün kendisi verilmemiş, ortaya atılmamış, yansıtılmamış
ve bir çağrı gibi teklif edilmemişse, Benoit Mandelbort’un “kırılmış öz”
(fractal essence) sözcüğü burkulur. (Bu anlamda “parça”nın dış hatlarından çok,
‘kırılma eğrileri’nin kararsız ve istikrarsız izine, kırınımın (dif-fraktion)
başlangıcı ve dinamiklerine işaret eden ‘kırılma’nın (fractal) ana hatları
zaten çizilmiştir.) Yine de başka deyişle, kozmetik bir parçalanmadan duyarlı bir
iz (frayage) estetiğine ve “dünyalı”lığın sürüklenişi içinde sanatın bu
kırılgan kalıcılığının ötesine, hangi yöne adım atmak üzereyiz?
Bir Parçalanmadan Ötekine
İki
farklı parçalanma türünü ayırmaya çalışmalıyız. Bir yanda tarihi gözümüzün
önünde kapatan parçalanma sanatı ve üslubuna tekabül eden bir parçalanma var,
öte yanda “sanat”da ve bizde vuku bulan bir parçalanma var. (Dahası, bu zıtlığı
fazlasıyla basitleştirmemeye ve aklımızda tutmaya dikkat etmeliyiz, her ne
kadar ikinci parçalanma -birincisi daha çok ciddi ciddi ‘parçalanmış öz’ adını
alır- gerçekten olup bitiyorsa da, sanat tarihini, bu parçalanmanın
zaten üzerinde çalıştığı ve birikimsel tarih, çizgisel kesintiler ve kırınım
olarak zaten parçalanmış bir duyuya sahip olan
tarihi bütünüyle kat ederek bize doğru gelmekte olan hadiselerden ve bizden,
bir ayrımla olup bitmektedir.)
Parçalanma,
bundan böyle klasik olarak yani, parçalanmanın yalıtık ve ayrıksı durumunu
belli bir arzu, kabul ve tanımayı içeren romantik parçalanma olarak ele
alınmalıdır. Parçalanmanın amacı yeni tipte bir özerklik ve
kendi parça olma bilinciyle geriye, kırılgan ve aşınmış sınırlarına çekilerek
ya da kıvrılarak, kendini kendi üstünde toplandığı yerde konumlamaktır.
Parçalanma burada bizzat kırık parçanın kendini kendi içinde toplamasına
dönüşür, daha sonra kendi sonluluğunu -kesilme, tamamlanmama ve sonsuzluğunu-
bitişe tahvil eder. Bu bitişte dağılma ve kırılma kendi düzensiz olumsallıklarını
mutlaklaştırır: parçalanmanın nitelikleri kendilerini kurarlar.
Friedrich
Schlegel parçayı kirpiyle karşılaştırdığında, ona tam bir otonomi, bitiş, ve
“küçük sanat yapıtı”nın tüm aurasını verir. Nihai olarak o burada sadece parça
sanatı ve ‘büyük’ eser sanatı arasında farklılaşan “küçük” boyutlu bir
parçadır.
Neden
“küçük”? Romantizmden sonra bütün bir sanat tarihinin ardında tüm “büyük üslup”
içindeki “egemen sanat”a, tüm kozmolojik, kozmogonik, ya da teogonik boyutlara
ve büyük, anıtsal olana dair, bir huzursuzluk, bir tedirginlik duyulmuştur. Bu
tedirginlik şu ya da bu yönde felaketle biten bir arzudur: ya Richard Wagner’le
yüzleşen Nietzsche’deki -ve belki hatta Wagner’in kendisindeki gibi- durmadan
düş kırıklığına uğrar, ya da Arthur Rimbaud dan Bataille’e ve
ötesine dek her biri için bizzat gözyaşı döker ve kendisinin ne talihsiz
olduğunu düşünür. Bu “küçük”, bu felakete, -yıldız kaymasından ayrılmış
meteorik bir parça gibi- yanıt vermek isterdi.
(Bataille’de
“küçüğün müstehcen duyusu aynı anda, örneğin şu satırlarda görüldüğü gibi, bu
konfigürasyona aittir: “ “küçük” bir şey: ıstırabın, ölümün ışıltısı, ölü bir
yıldızın ışıltısı, ölümü haber veren gök yüzünün parçalanması, -alacakaranlıkta
günün güzelliği.”129 Hatta “büyüğün” kaybından daha çok, burada
açığa çıkan, göklerin boşluğundan önce kaygının küçülmesidir, iğrençliğe yol
gösteren dünyanın dünyasızlığa çökertilmesi.”
Yine de
küçük, küçüğün büyüğe göre durmayan olması anlamında büyükle eşleşir.
Parçalanmanın aşırılığı burada bir tükenmişliğe, bir acı çekmeye yani, büyüğe
karşı küçüğün umutsuz mücadelesi olarak ve böylece büyüğün kaygısına karşı
küçüğün mücadelesi olarak ya da bu kaygıyı açığa çıkarma ve
üstesinden gelme olarak olumlama mücadelesi olarak acı çekmeye varır. Parçalanma,
birden bir son (kısıtlama, kırılma) ve bir bitiş (kırılmayı
kaldırma, iptal) haline gelir ve yırtılan sınırlar kendi mikrokozmik
kapanımının sevimliliği içinde geriye katlanır. Anlatım içe yansıtma olarak
kendine geri döner ve son bulur.
Bu noktadan
itibaren parçalanmışlığı tamamen farklı (parçalanmanın aynı zamanda beyan
edilmiş olması) şekilde ele alacağız. Parçanın bulanık sonu/bitişi yerine, onun
izinin uçlarının yıpranmış olması sorunu (türeme/yumurtlama sorunu). Buradalığa
gelmek için, ve bu buradalığa gelme yoluyla yıpranmış bir sunuma erişim sorunu.
Çünkü söz konusu olan artık kozmoloji, teogoni, ya da antropoloji olarak
ölçülebilir ya da ölçülemezlik değildir. “Dünya” ve “duyu” oluşturmak artık
şimdide verili, tamamlanmış ve “bitmiş” olarak belirlenmiş olamaz, fakat o
artık gelenle birbirine karışmış, şimdiye ya da bir geleceğe (e-venire)
gelmenin son-suzluğudur.
Olay
bir ‘meydana gelme’ değildir: o tüm meydana gelmeye ulaşmanın ölçülemezliğidir,
uzamın ölçülemezliği ve tüm uzamın yıpranmışlığı sunumun buradalığına yönelir.
O burada-olmanın varlık artığıdır (praes-entia).130 Aynı
zamanda onun bizzat sunum, bu kez buradalığın şu andalığı olmaktan ayrışmış,
geçişli varlığın geçişsiz varlıktan ayrışmış olduğunu söylemekle formüle
edilebilir. Olay jest, mimik ya da hareket olarak, daha doğrusu hareket olarak
ve kırılmış yok-konum olarak sunumdur: parçalanma olarak sunum.
Dolayısıyla
aşırı parçalanmanın iki farklı formu vardır: bir yanda yıpranmış, tükenmiş ve
bitmişlik ve öte yanda olay ve sunum. Bu parçalanmanın gerçekten üretildiği
anlamına gelmez, parçalı işler ya da dökümanlar, basitçe bir ya da diğer
kategori içinde sınıflandırılabilir. Her fragman, ve gerçekte her iş genelde,
(Lascaux’dan beri) eserleştiği sürece biri ya da diğeri olarak
görülebilir. Fakat sorun şudur: bütünün ve parçanın estetiği ve kozmetiği bir
kez geride kaldıysa, büyük olduğu kadar küçük de bir kez tükendiyse, mevcut
olmayışın hiç bitmediği bu gelişte sanattan (ya da sanat için) geriye hala bir
şey kalmış mıdır? “Happening”ler, “performans sanatı” ve çağdaş sanatın içinde
sayılan tüm diğerleri olay motifi etrafında dönmektedirler (örneğin, polaroid
ve video, kalıntıcılık, arızicilik, tesadüficilik, lekecilik, kesmecilik ve
benzerleri) bunların hepsi ya yalnızca (“büyük” ya da “küçük”) bir duruştan
diğerine uzanma, ya da yalnızca imha, eksiltme, ve kırıp dökme sanatını
sürdürür gibidir. Ayrıca, bu iki jest çelişik de değildir, yani sanatın kendi
sonunun duruşunda bizzat kırıldığı ve taşlaştığını söylemek mümkündür. Hegel’in
sanatın sonunun bir unsuru gibi gösterdiği Romantik ironi, esnek bir öznelliğin
aşırılaşması şekline ulaşmıştır. Başka ‘duyu’ya “ulaşma”nın -yolu bozulduğu
(aşındığı) için- artık sanat üzerinde durmamak gerek. Buna rağmen, Hegel’den
(belki sadece) bu noktada farklı olarak, bu yolun bozulmasından sorumlu unsura
“felsefe” deme olanağı bulamayız. Ayrıca, bu unsura başka herhangi bir isim
verme olanağından da yoksunuz.
Fakat
bu durumda bizzat yolun dışındaki izler, bir gelene işaret eder, ya da kendini
gelen olarak gösterir. Kozmos’un ve mundus’un tükenişi,
“sunulabilir” (presentable) dünyanın sonu, varlığın dünyeviliğinin
üzerine açılır. Bizzat Varlık -varoluş- eşi görülmemiş bir tarzda
kendini duyurur, ya da yeni bir biçimde ayak direr. Gelen, ne bir kozmogoni, ne
teogoni ne de bir antropogoni olan bir doğumdur. O, yapıt, biçim, (büyük ya da
küçük) sanat, ya da herhangi bir bitişe ne dahil edilmiş ne de varsayılmıştır.
Daha çok, onun sunumu/temsili parçalanmadır -ve onun “sanat”ı görünüşte artık güzel
sanatlara önce gelen sanat (ars) biçiminden, yani, bundan böyle bütün
bitmiş yapıtların ötesine yerleşen, sonu gelmez bir sonlu olarak görülen
bir tekné biçiminden ayrıştırılamazdır. Fakat bu “kırılmış” (farktal)
doğum nasıl sunulur?
Başka
deyişle, sorun, “sanat” ve onun sonsuz sonundan hareket
ederek, yeniden başlayanı takip etmektir: en azından “teknoloji”
sorununun bir boyutu olarak: fragman estetiğinin ötesinde, veya “büyük sanat”
arzusu ve dağılmasının yankılarını tekrarlamanın ötesinde geriye bir şey
kalıyorsa, şayet o kalan bir şeyse, ya da “daha özsel”, “daha ilksel”, “daha
orijinal” ve bunun sonucu olarak “daha beklenmedik” ve “daha gelecekci” bir
parçalanmaya (fakat aynı anda onlara bir şekilde sanat eseri ünvanını kazandıran
bu parçalanmaya) benzer olabilecek sil baştan gelen bir şey varsa,
ve şayet bu parçalanma aynı anda varoluş denebilen ve onunla varoluş içinde
olan -yoldaşlık eden ve “özünde” hiçbir şey yapmayan fakat gelen (dünyaya doğru
gelip-giden)- bir varlık olayıyla ilgili olmak durumundaysa, eğer böyle bir şey
oluyorsa, ve bu özgü (proper) (fakat “özgülüğün” türü nedir?’le
birlikte) bir yerse ve aslında bu onun ortada kaldığı bir yerse, bu hala
sanatın (ya da yeni bir yolun) yeri midir? “Sanat”, hangi
anlamda?
Ya da,
sanat (yapıta bitmiş bütünlük olarak sadık kalan) bir parçanın sanatı
olarak değil, fakat bizzat parçalı ve kırılmış (fractal) olarak
düşünülebilir mi, ve parçalanma bizzat bütünde/bütünün izi (frayage)
olarak, varlığın (varoluşun) temsili/sunumu olarak düşünülebilir mi?
“Aisthesis”
o zaman
sorun sanat ve duyu arasındaki ilişki sorunudur.131 Şayet -bir
kez daha Blanchot’nun deyişini alırsak- duyu “yokluğu” tam da duyunun anlamını
tanımlar ancak konumunu ya da kipliğini değil, eğer bu “yokluk” kendi
duyusunun varoluşu olarak rol oynadığı ölçüde varlık duyusundan başka
bir şey değilse, başka deyişle -sanat tarihinde münferit bir yankıya sahip olan
bir deyişle- şayet duyu varoluşun çıplaklığıysa, bu çıplaklık ne
şekilde sanatın konusu olabilir ya da haline gelebilir?
Burada
sorguladığımız şey, duyunun bu anlamının, bu şekilde, sanatı kurtarma eğilimini
anlamlı kılmasıdır: varoluş başka herhangi bir anlamlandırma olmaksızın
(şaşırtıcı) duyudur.
Eğer
sanata “temel” olan bir şey varsa ve aynı zamanda aynı hareket içinde çıplak
varoluşa -ve bu varoluşu salt abartmaya indirgemeden- “temel” olabilecekse,
burada şunu soruyoruz: sanat kendi “yokluğu”, kendi “şaşırtıcılığı” içinde
duyunun eklemlenmesini gereksinir mi? Peki dünyanın duyusu düşüncesini de gereksinir
mi? Ve bu düşünce parçalanmaya nasıl dahil olur?
Ne
aşkınlığı ne de içkinliği ima ettiği sürece duyunun aisthesis olarak
anlamını yenilenen bir hareket noktası olarak ele almamız gerekir. Kendi
bağlantı birliğini mekanlaştıran hissetme/hissedilmenin ayrışık (heterojen)
idraki, ile-etkilenmiş-olma biçiminde, ve bunun sonucu olarak ile yükümlü olma,
ile-etkilenebilen-olma biçiminde, (idrak ve anlaşılırlık duyusunun, her şeyden
sonra, sadece kipleşmeler ya da kipleştirmeler, hatta kendi etkilenişinin
duygulanımları olduğu) ilişkiyi belirtir. Etkilenebilirlik duygusal buradalığın
şimdiliğini oluşturur, saf sanallık olarak değil, fakat bizzat-her
zaman-zaten-dokunulmuş,132 -dokunulmuş olma olasılığıyla
duygulanmış -varlık olarak. Çünkü bu, kendisinin bir parçasını -fakat burada
bütünün değer verdiği parçayı- kendi dışında bir şey olarak (ya da kendisinin
bir parçasını kendinden ayırmayı) zaten teklif eden bizzat duygulu-varlığın
kendisi için gereklidir. Duygulanım bu noktada, bir özne gibi davranmayı, fakat
-tabi olmanın duygulu ya da edilgen gerçekliği (actuality) olarak- önceden
varsayar.
Bu
duygusallığın özündeki eylem zorunlulukla bir erişimin açılış ve kesilişi
olarak meydana gelir, ve bu erişim yoluyla, hissedilmiş bir şeyi hissetmek veya
algılanan şeyin hissedilmesi mümkün olur.
Duygusal
idrakin yakınlığı olarak dışsallık bize mekandan bir pay verir: duygu zorunlu
olarak yereldir (local). Yerellik olmadan ve fark olmadan
bir duygu -dünyasız bir duygu- bir duygu olmayacaktır (ve
“bir” olmayacak, yani duygunun daima “bir” duygu (his) olduğu bu
tekil oluş olmayacaktır). Böylece erotik beden bölgelenmiş ya da değildir. (Ve
bunun tersi, mükemmel idrakin, mistik bir “tinin” geceye ya da güneşe ait bir
içkinlik ve bütünsel hissetme olarak sunulmasının nedeni budur.) Aisthesis sadece
bu dışsal yakınlık eylemi değil, fakat aynı zamanda doğrudan doğruya
hissetmenin çoğulluğudur. Farklı duyular vardır, iletilebilir-olmayan duyular,
(Hegel’in tesis etmek istediği gibi) çeşitli “kavram uğrakları”nın akılsallığı
uyarınca bölümlere ayrılma yüzünden değil, fakat, daha çok, Hegel’in bizzat
söylediği gibi, duyulurun “kendine-dışsal olanla anlamdaş”133 olması
yüzünden
Duyulur
ya da aisthetic, duyunun yöneldiği şey aracılığıyla ya da genelde
bir duyunun bizzat ilişkide olduğu şey olarak ve aracılığıyla
kendi-nin-dışındadır. Fakat genelde duyu diye bir şey yoktur, ne de türeyimsel
(generic) bir duyu vardır. Duyu sadece yerel farklılık ve ayrı bölmeler içinde
vardır. Duyarsız ayrım (insensible diffrance) duyarlıdır: bu
tamamen hissetme içindeki bir hissizliktir, son derece küçük bir hissedilir
duyuyu, örneğin “bir ışık eksilmesi hissizliği”ni konuştuğumuz zaman sözcüğe
yükleniriz. Beş duyu aşkın ya da içkin duyu parçalanması değildir. Onlar sadece
parça olarak duyu olan duyunun kırılması ya da parçalanmasıdır.
Aristoteles’le
onaylansa bile, etkilenmiş duyularımızdan başka duyulurun bir bölgesi yoktur,
ve gerçekte bir duyulurun Bütünlük üretimi mümkün olamayacaktır, duyulurun
bütünlüğü varlığını sadece kendi bölünmesine, kendi ayrılığına borçludur. Fakat
bu burada bu dünyanın bütünlüğünü düzenleme tarzıdır: bütünleştirilebilir
olmayan bütünlük ve yine de bakiyesiz -ya da en azından bu dünyanın
yüzeyi boyunca izi izlenemeyen dolayısıyla bakiyesiz. “Duyulur bütün”ün parça
üstüne parça (partes extra partes) olduğu söylenmemeli, böyle bir risk
izlenimi doğsa bile, bu bir birliğin parçaları sorunudur. Duyulur şeylerin
dışsallığının tamamı duyulur içsellikte vardır. Aynı
şekilde sanatların karşılıklı dışsallıkları sadece onların düzeninin
içselliğidir, ve bu düzenin içsel yakınlıklarıdır, Charlse Baudelaire’in
“yazışmalar’ı daima bağdaşmazlıklar yoluyla yakınlıkların paradoksal
karakterine sahiptir. Sanatlar sadece birinden diğerine geçişin imkansızlığı
yoluyla haberleşirler. Her biri diğerinin eşiğindedir.134
Tam da
duyu gerçeğinin mekanında açığa çıkan duyu(lur)nun bu kırılmaları, şimdiden, ve
uzunca bir süre -ve belki de aynı zamanda çok uzun bir süre için sanatta söz
konusu olacaktır.
Bu
gerçekten de sanat ve estetiğin tarihimizdeki, duyunun anlaşılabilirliği kendi
kozmokozmetolojisi içinde kaybolduğunda görünür olmasının (bizzat duyunun sorunsallaşması
ya da saptanmasının gerekli görülmesi yoluyla, mekana indirgenemez olarak
görünür demek istiyorum) nedenidir. Bu on sekizinci yüzyıl ve Hegel arasında
olan şeydir. Ve bu Hegel'in 'bundan böyle sanat bizim için geçmişte kalan
şeydir" ilanının nedenidir, onun duyurusu, anlaşılabilir Duyunun -yani onun
aynı zamanda 'sanat dini' dediği şeyin- güzeli temsil etmesinin sonundan başka
bir şey değildir, ve bu temsilin modern hakikat kipi, kavram kipi, felsefi
'gri'lik içinde olumsuzlanması bütünüyle kendine geri dönen bir aşkınlığın
(duyulur farklılık olmadan) içkinliğine erişmiştir.
Fakat
aynı zamanda, kesinlikle aynı jestle birlikte, Hegel kendisi için sanatı ortaya
koymuştur: o bunu içkinlikteki aşkınlığa yardım adına yapar ve ayrı,
parçalı hakikati teslim eder. Hegel, ister istemez, aslında bundan böyle
duyunun ayrılması, serbestleşmesi, parçalılığı olarak sunulacak ve özerk olacak
kavramın bu ayrılışını ve sanatın doğuşunu, kaydeder ve selamlar.135 Kuşkusuz,
Hegel için, “sanatın duyusal varoluşunun özgül kipi, sanatdaki -tikel
sanatlardaki- zorunlu farklılıkların bizzat bütündür”: fakat bu bütün kendini
sadece farklılıklarını korumakla gerçekleştirir.
Tikel
sanatların bireysel sanat Eserinde gerçekleşmesi, sanat Kavramına göredir ve
sadece güzellik İdesinin kendini-açmasının evrensel formlarıdır. Ve, engin
sanat Panteon’unu yükselten bu İdenin dışsal fiilileşmesidir. Onun mimarisi ve
yapıcısı güzelin kendinden-kavrayışlı tinidir, fakat tamamlanma için binlerce
yıllık gelişimi içinde dünya tarihine ihtiyaç vardır.136
Böylece
antik dinin137 sonunu, sanatı canlandıran kutsal yaşamın
ölümündeki sanatın sonu (“büyük Pan’ın ölümü”) olarak sunmuş olan aynı Hegel
burada, sanatı, bütün tanrıların, artık tanrı olmayan sayısız tanrının tapınağı
olarak sunar, fakat sanat tüm göz kamaştırıcı parçaları içinde kendindedir – ve
bu tapınak dünya tarihinin ölçeği (terazisi) üzerindedir.
Panteon’un
çok katlılığı, çeşitliliği Tanrıya yokluğunu verir, ve sanat bizzat tanrı
yokluğunun yeri olarak gelir: kuşkusuz basmakalıp bir önerme, fakat halâ
keşfedildiği gibi kalan şeye göndermeleri olan bir önerme (çok doğru, ve aynı
zamanda, Hegel'den bu yana sekülerleştirilmiş bir teolojik estetiğin
yaygınlığına sahip: Kazimir Maleviç’in bazı konuşmaları, örneğin, Maleviç’in
resimlerinden çok Plotinus’a daha yakındır, ve herhangi bir sanat felsefesinin
parçalanmada neyin söz konusu olduğunu henüz başarılı bir biçimde kavradığı
belli değildir; oysa tersine Plotinus belki de Maleviç ya da Pablo Picasso'nun
resimlerine Plotinuscu hakikatten daha yakındır). Sadece parçaların kenarları
boyunca kendini açığa çıkarabilen duyu, kesinlikle kendi
yokluğunu sorun etmeyen tanrı olarak, Tanrının -bizzat duyuyla doluluğun-
yokluğuyla karşılaştırılabilir bir duyu yokluğu değildir: o
hiçbir duyu oluşturmayan yokluk duyusudur, yani, o kendini mevcut bir yokluğa
tahvil etmez fakat tamamen, şöyle diyebilirsek, sunum olarak yokluktan, ya da
var-olmanın parçalanmasından oluşur.
Ya da
şöyle diyebilirsek, zira pek de açık değil, sanat her zaman kendisi söylenemez
olana maruz kalan her şeyin kenarları boyunca söylenemeyen (söylenemez değil,
fakat söyle-ne-me-yen duyunun) öylece ortada kaldığını söyleyememenin sanatıdır
ya da daha da ötesi, bizzat kendi parçalanmasındaki her şeyi söylemenin. 138
Geriye
Batı'nın, tam olarak yazgısı başlangıcında yazılı olan (bu yüzden onun yazgısı
kendini her zaman "nihilizm" içinde diyalektikleştirebilen, kendi
hakikat talebiyle yazılmıştı) Kendi'nin (Self'in) gayri mevcudiyetinden ötürü
inatla ve katı bir biçimde bizzat uyguladığı kendi yapı sökümü kalır. Böylece
bakiyeye ya da gelmekte olana veya bakiye olarak gelmeyi
durdurmayana, varoluş deriz. O, özünden ayrı bir yüklem
anlamında değil fakat varoluşu ya da varlığı geçişli olan varlık anlamında
"varlığın varoluşu"dur. Varlık mevcudiyet olarak vardır: o, mevcutta
verili olan varsayma ve sonuçlanma olarak duyu değil fakat, daha çok, varoluş
olarak varoluşa verilen duyudur, bir armağandan öte, dünyaya mekansal bir çevre
olarak anlam verme değil fakat varoluşun tekilliğinin çoklu izini çıkarma (frayage)
olarak, dünyaya yönelmektir. Dünya varolan rejimler ve bölgeler halinde
çokludur, bireylerde ve her bir bireyin bünyesindeki olaylarda çoklu, fakat,
her şeyden önce (ve her şeyden sonra), o materyallerde, duyunun parçalanmış
materyallerinde çokludur: duyulur varoluş, kırılmış (fraktal) varoluş.
Parça (fragment):
kırık bir kümeden artık mekâna düşmeyen, fakat ne içkin ne de aşkın olan şeyin
patlamaya hazır parçalanması. Düşmüş bir parça, ve hatta bozulmaya başlamış
eksik bir parça değil, fakat bozulmuş küçük bir parça, demek ki, devir yoluyla
gelen, intikal eden. Yozluk atıftır, bölünme, hedef, anlaşmadan cayma, açıkta
bırakma yoluyla transferdir (intikal), dümdüzleme, ve karmaşadan uzak olmadır.
Dünya, parça: aşınan (frayege) varlık.
Abur
cubur tıkınan (ve onu kusan) çağdaş sanat (döküntü sanatı) üzerine düşen
parçalar, telefat, hurda, çentikli parçalar, artıklar, leşin iç organları,
paçavralar, pislik ve dışkı, hepsi, başa gelenden bozulmayı, harikulade
parçalanmadan kaybetmeyi, ve kendinden geçmekten coşkuyu ayıran son derece ince
çizgi üzerinde varsayılmış, tortulaşmış ve çıplak kalmışlardır. Sanat burada
kendi çürüyüşü ve yozlaşmasıyla gelen geleceği arasında bocalar. Çöküşü ve
şansı arasında sanat bir kez daha başlar. Marks gerçekte çok da saf değildi,
sonuçta, antik eserler tarafından üretilen duygulanım ve etkilerle afallamıştı,
şimdi onları destekleyen mitler tedavülden kalktı; o bu etkiyi ebedi çocukluk
körpeliği olarak anladı. Belki de sanat karşılıklı konuşmalar yerine,
fragmanlar yerine, par excellence çocuksudur: erişimin
yıpranması (frayage) ve kırılması.
Sanat
şimdiye kadar hem “yaratıcılık” (poiesis, deha, vb.) hem de “alılmama/reception”
(yargı, eleştiri vb.) olası tüm yollar içinde ele alındı. Fakat gölgeler içinde
bırakılan onun başına gelenler ya da devrettikleridir, demek ki aynı zamanda-
başka bir terminoloji içinde, "şok", "dokunuş", duygu"
ya da "zevk" ve katılımcıların ayrılmaz bir biçimde hem
"yaratma" hem de "alımlama" dedikleri- onun şansı, olayı,
doğumu ya da karşılaşmasıdır. Estetik zevk ("zevk bütünüyle fiziksel
olduğu"140 için eğer biri estetik zevkin aslını
anlatıyorsa o laf kalabalığıdır; hissetme/hissedilme entelekyası aynı anda her
zaman acı ya da zevk duygusudur) hala sanat hakkındaki söylemden kalan en
ketum, en soğuk ya da en uçuk şeydir. En azından bu, sanat üzerine modern
söylem için bir vakadır. Klasik söylem, hiç değilse kurallar üzerine olduğu
kadar nasıl zevk verdiği üzerine odaklanmıştır: fakat
kuralların ve nasıl zevk verdiğinin (kurallar için ve zevk
vermenin) estetiği, poiesis ve Eser estetiğine yol
açar. Yine de klasik söylem genel olarak zevk vermeyi -büyüleyici, dokunaklı,
ya da zarif- bir amaç olarak tespit etmiş olmakla kendinden hoşnuttur ve
neredeyse ondan etkilenmiş, ya da biraz daha ötesidir.
Kuşkusuz
söylem, söylem sıfatıyla zevk söz konusu olduğu ölçüde mesafe koymak ya da
oyalamaktan kaçınmaz. Anlam ne duyulara ne de duyuya dokunabilir. Şöyle de
konabilir: zevk bilgisi (jouiscience) imkansızdır. Çünkü
zevk -Edmond Burke ve Kant’ın 'yüce' versiyonlarında, ve aynı
zamanda Freud'un belki zevkin özü olan ve Freud için estetik 'önceliği' olan
sınırda bir zevk, bilinçaltı ya da ön zevk olan "heyecan zevki" de
beğenmemeyle ilişkilidir- zevk yer, dokunuş, ve bölge
dışında meydana gelmez. O yereldir, bağlantısızdır, kesiklidir, parçalıdır,
mutlaktır. Fraktal olmayan zevk, parçalanma, varış ya da vadesi dolmuş,
limitsiz bir zevk hiçbir biçimde zevk değildir: olsa olsa, o bir tatmin,
takdir, hoşnutluktur. Zevk değildir, ancak her şeye rağmen
"kısmi"dir: yapı burada kendi açısından değil fakat tekil bir bütünün
yapısıdır.
Sanat
bir parçadır çünkü o zevke bitişiktir (sınır komşusudur): o zevk
verir ( il fait plaisir). Zevk, hem zevk için hem
de zevkten dolayı, -kendi özünü içeren bir dokunuşla- dokunduğu şeyin
sayesinde, oluşur.
Sanatın
yarattığı şey memnuniyettir: ve bu yüzden o ne bir poiesis'dir ne
de praxis, fakat başka türden, bu başka türün hem
bir aisthesis hem de çift entelekya ile
karışımının birlikte 'yaptığı' bir iştir. Duyuların dokunuşu yoluyla, zevk
ifadeye kavuşan duyunun kendine bağladığı ertelemeler ve şaşırtmalardır. Ya da,
daha çok, Fransızca deyişle “touche des sens” (duyuların
dokunuşu) kesin olarak bu ertelemeleri ve kendine bağlayan ifadenin
şaşırtma-sından-hoşlanmayı içerir. Hakikatinki de benzer bir pozisyondur:
hakikatin duyulara hitabeden temsili (sunumu).143
Tekil olarak simgesel olan
Sadece
imleme ya da simgesel düzenin askıya alındığı, ertelendiği zaman, (zevkin)
açığa çıkması -bir erişimin açılması (fraye)- vuku bulur. Ertelenme
duyunun boşluk değil, tersine bir doluluk aslında fazla doluluk ürettiği bir
kesinti yoluyla olur: bir “duyu yokluğu” ya da sanki duyu olarak hakikat
tüm imlemelerden eski olan duyunun patlayıcı açığa çıkışı. Bu teorik dilin
bazen “imkansız”ın konuşmasıyla çevirmeyi düşündüğü şeydir. Ve henüz mutluluğun
(jouissance) “imkansızlığı” yalnızca onun duyulur temsilinin (sunumunun)
imkansızlığıdır, oysa başka bir bakış açısından bu mutluluğun (jouissance)
imkansızlığı en aşırı uçtur, şimdiye katılan (keyifli, elemli) her şeyin
birincil olasılığı, ve sonrakinin gizil imlemeleridir.144
Açıkça
bu, teorik imkansızlık söylemi için bir ikame meselesi değildir, mutluluk ya da
zevke (ya da acıya) "doğal" denebilir düşüncesi, bizzat kusursuz teoriktir.
O ne bir imkansızlığın aşkınlığı ne de doğanın içkinliği meselesidir.
Buradalığa gelen duyu ve duyuya gelen buradalığın çift topolojisi meselesidir.
Halihazırda olmaksızın sunulan, ya da içkinliklerinden daha fazla aşkın olmayan
var-oluş: simgesel bağlanmalar ve tözel sürekliliklerin bir kesilmesi olarak,
gelir ve gider, gelir. Ya da daha doğrusu o, anlamlama, tözlerin iletişimi
(tözler imlenmiş, farz edilmiş, öznelleştirilmiştir), marifetiyle sağlama
alınan ardışık bağlamalar hüviyetiyle simgesel bağlanmaların kesilmesi olarak
gelir ve gider. Bu kesilme kırılmıştır (fractal) -ve "sanat" her
nerede meydana gelirse gelsin bu kesilmenin açılmasıdır. Ya da, en azından bu
açılışları (frayages) şu ya da bu şekilde bağlayan bir sanat vardır. Bu
sanatın erotik mutluluktan ve karşılıklı olarak (o bir sevme sanatıdır), ve
aynı zamanda gurur ve gücün mutluluğundan ve/ ya da komünal (b)ağın
mutluluğundan ayrılamaz olduğu düşüncesinin nedenidir. Ve bu aynı zamanda 'tali
sanatlar' denenlerin de (gastronomi, koku sanatları, giyim, bahçecilik, vb.)
var olmalarının nedenidir. Daha kapsamlı olarak, kendinde varlığın ve
esrikliğin, aşkınlık ya da içkinliğin diyalektik suç ortaklıklarını her
defasında askıya alan, yolundan saptıran, ya da çökerten bir "sanat"
olasılığı ya da izi vardır. Yani, bize dokunmaya gelen "Kendi" ya da
"başkası"nın herhangi bir belirişinden çok daha 'birincil' olan bir
"sanat" duyusu her zaman vardır: duyu bizzat "bir anlamda",
"biricikliği" içinde ve tekil duyu, olduğu sürece, hem kendisi hem de
varlık "dan biri" üstün olamaz, var-lığıyla büyülenen, bizzat mevcut
varlık üstün olamaz/önce gelemez.
Bu
jestlerde, tavırlarda, "sanat sohbetleri"nde, toplumsal toplantı ve
seremonilerde, şenliklerde, ve matemlerde meydana gelebilir. Genelde ethos ve praxis'ten
ayrıştırılamaz, ne söylem uygulamasından ne de anlamlamadan ayrıştırılabilir.
Bu "sanat"ın her yerde ayrımsız olduğu anlamına da gelmez:
"sanat" yalnızca aslında duyarlı (tensel) yüzeyler boyunca
duyunun kendini mekâna ve izleğe açışı (frayage) olarak, bir gelişin
duygusu ve hareketini, "sunmasının sunumu" olarak ortaya çıkar.
Parçanın
semantik ailesi: kıvrıntılı yüzey, saçak, bozulma, iz/izlek kırma (frayer),
fraksiyon, kırılma, yarılma, falso, püskürtme, paramparça olma,
ihlal etme, yiv açma, oluklama, çaresiz bırakma, nakarat. Şarkının seyri
nakaratı askıya alır: şarkıdaki kesilmeler onu başlatır -ancak nakaratın dönüşü
uğruna yeniden başlatır. Nakarat olarak sanat: bir parça her zaman geçmiş
olaylar dizisinden çıkarılır, daha az ya da daha fazla her zaman geçmişten, ve
geçmişle kendi bağlantısını kurar. Lascaux'dan bu yana - daha açığı Grekler ve
Hegel'den beri- sanat zımnen insanlığı tekrarlamıştır. Bir sanat tarihi vardır,
fakat bu, tarih üzerine çöken ya da içindeki patlamayı durduramayan şeyin,
kendini her zaman orada bitmiş olana veren, her zaman yeniden tamamlanan şeyin
tarihidir. Madem sanat bir tarihe sahiptir, o kutsal hizmet, gücün anıtı,
beğeni, biçimler kültü ya da bir kültürdür. Fakat bu nakarat -kıvrıntılı yüzey,
bozulma, yarılma- olduğu kadarıyla, "sanat"tır, parçadır, her tekrar
yalnız “kendisi”nin parçasıdır.
Fakat
dahası var. Paradoksal bir biçimde, bu tamamen simgesel düzen kesintiye
uğradığında yani kendi özüne ulaştığında olan şeydir. Symbolon (simge)
tekrar birleştiği kadar kırılır: birleşmek-için-kırılır. Onun hakikati
bölünmüş-varlığındadır. bir symbolon asla yalnız
değildir. Singulus gibidir, o sadece çoğul içinde vardır
–ve singuli, her zaman bir çok symbola’dır.
Symbola kırık tanıma parçasıdır, ağırlama ve kurtarma
vaadiyle kırılmış çömlek parçaları. Parça kendi fraktal çizgisinin bir araya
gelirken gözden kaybolacağı vaadini taşır, fakat, daha çok, kendini
başka yerde yeniden keşfeder, dudağa karşı başka parçanın dudağı. Simgesel
parça kendi yarılmasının/kırılmasının hala başka
yerde, başka türlü olduğunu ileri sürer.145
Simgeselin
en üst yasası bünyesinde tutarlı bağ ve kesintisiz sirkülasyonun olmamasıdır. o
daha geriye uzanır, taklit ya da biçim-tekil ilişkisi (mimesis ya
da mathexis), mesaj ya da dokunuş yoluyla, genelde bir iletişim,
birbirine geçme, bir bağ ya da dolaşım olasılığı koşulunu veren, çok daha
içerde bir yere uzanır, ve her zaman bir şey gerektirir, bizzat
iletilebilirliğin gizemini paylaştırmayı (partage) yapamaz fakat
gerektirir (bir symbolon aynı zamanda bir gizemdi).
Bu
nedenle, örneğin, dilin gizemini dilin kendisinden daha uzakta, fakat dilin
çiçeklenen yüzeyinde olandan başka hiçbir yerde- olan bir şey olarak
paylaşırız. Ya da yine başka bir örnekte, gizem, kuşkusuz bir öncekinden,
"empati", "üzüntü" yoluyla "pathic"
iletilebilirlik denmesi gereken bir iletilebilirlikten ayrılamaz, gizem daha
çok bütün belirleyici pathoslardan daha dolaylıdır, pathic müphemliğin (ya
da merak dediğimiz şeyin) gizemi, onun gizemi dokunuşun ve dokunulmuşluğun
eşzamanlılığıdır. İlkişkisel (phatic) ve ilişik (pathic) çifte
gizem, kendi içinde ikili ve tekli, kendi kendine açılmayan: koşul, armağan, ya
da tüm birlikte mümkünün var-oluşu, dünyayı paylaştırma koşulu. Simgeselin
gizemi tamamen kendi paylaşımında meydana gelir. Gizemin paylaşılabilirliği
açıktır ki boş laftır, ve her seferinde tüm paylaşımın devası olduğu açıktır, o
hem tarafsızlığı besbelli hem de kendi yerinden çıkık geçişliliğinin engelidir.
Gizemin parçalanmanın devası olduğu apaçıktır (obvious obviation).
Bir
yandan, simgesel (hiçlik fakat kendilerinin olan dünyaya yönelik varlıklarının,
kendi varlıklarının, tüm gelenlerin kendi aralarındaki tüm şeylerin bu gelişi,
tüm şeylerin bu armağanı, mutlak olarak empirik mutlak olarak varolan her aşkın
şey olgusunun, dünyanın, birbirine bağlı olmayan tutarlılığını oluşturan
emsalsiz fraktal topografyadaki tüm şeylerin, iletilebilir bir gizem içinde)
tesis edilmiş herhangi bir "iletişim"den önce herkese iletilebilir
olan ve ortak olan içinde paylaşılmıştır.
öte
yandan simgesel, -kendi olası simgeleşmelerinin- noktalar, anlar, hakikat
özneleri tüm yerlere yayılmış, dağıtılmış, dağınık olan içinde paylaşılmıştır:
böylece simgesel her zaman ve her yerde değildir (ya da kapsamaz). O ne
herhangi bir parçadır ne de bütünün varolmayışı, fakat gizemi olan bir
paylaşımdır: tüm yönlere ve tüm gelenlere açık bir gizem, keşfedilmiş, açık
olarak ortada, dünyadaki dünyalar ve yıldızların dağılımı gibi, açıklığı
önerilen açık bir gizem -belli etmeden varoluşu beyan edilen. Varoluş beyanı:
çıplaklık.
Fragman
ya da "sanat", kesilme anlarında ve yerlerinde bizzat simgeseldir. O
bir simgeselin simgeleşme kesilmelerinin gizemidir -zevki ve/ya da acısıdır- ve
dolayısıyla duyu-nun-(her)hiçbiryere, varoluşla ilişkili olması ve kendini
açığa çıkarması yoluyla sürgit duyu-nun-(her)hiçbiryere ulaşmasıdır. Bu
ilişkililik bir anlamlama döngüsüne kendini kapatması değildir; o bütün bu tür
döngüleri askıya alır, kırarak dağıtır ve imlenen duyuyu kırılgan kılar. O
duyuyu hiçbir gizlilik, esrarlılık ya da mistiklik içermeyen şeyin gizemi
olarak, çoklu, tedbirli, süreksiz, ayrı türden, ve bizzat varlığın tekil
dokunuşu olandan başka hiçbir şeyi kapsamayan gizem olarak açığa çıkarır.
Fragman:
neşe ve keder varoluş halindeki keyif ve acıdır. Bu anlamda sanat fragmandır:
varlığın temsili değildir ve bu durumda felsefenin bağlı olduğu anlamda
hakikatle ilgili değildir. Yine de onun çeşitli felsefi belirleyicileri
olmuştur (mimesis, görkem, temsil, açığa çıkarma, işe koyulma (esere
yoğunlaşma), romantikleştirme, ve hepsi birden) bunlar sonradan tamamen
anlaşılmadan terk edilmişledir (sanat kuşkusuz sonuna dek kendini her şekilde
göstermesi hariç açığa çıkarılamaz): varlık kendi hakikatinin öncesinde ve
ötesinde varoluş halinde keyif ve acıdır. Bu haz ve ızdırap mevcuda geliştir,
şu andalıksız sunum: bu sunum, varlığa (tabi) olan olarak bir hakikate sahip
değildir. Daha çok sunum bizzat hakikattir. Fakat “tabiyet” üzerinden bir
hakikat değil: bu, eylem olarak, yani “vardır” olarak bir hakikattir. Eğer
sanat varlığın değil sunumun bir sunumuysa, bu anlamda o hakikatle bir ilişkiye
sahiptir: bir hakikat’in eylem halinde duyusu olarak. Dokunamayan bir hakikat
dokunuşu olarak.
Bu
eylem bir faaliyet/işlem değildir ve eserde doruğa ulaşmış da değildir –eser
bir özün üretimi, ve bir başarı olsa bile, sanat üzerine düşünmekten hoşlanan
bir gelenek olarak, sonsuz bir hermeneutiğin başarısı ve özü olsa bile.
Sanat-fragmanın
bir kurban olmadığını söylemek bir zorlama olur (Germanik Opfer’den
gelen duyu bunlardan biridir): o ne faaliyettir ne de parçalanmış varoluşun
dağınıklığını yüceltme ya da dolaylama yoluyla varlığın son homojenliğini
sürdürmenin garantisi. Fragman bu anlamda kurbanın zıttıdır çünkü o, görevi
tesadüfi kurbanı sağlamak olan özün devamlılığının zıttıdır: özgeliği
parçalarını bünyesinde toplamak ve biriktirmek olan bir derviş.
Sanat
sunulduğu kadarıyla sunumun sunumudur -ebediyen dokunulmamış varlığın dokunuşu-
kurbanlık olamaz. (Ebediyen “görülmekte olan”, “burada”nın
“işte”si, “güneşle birleşmiş görme” demektir.) Bu yüzden dahası, tüm gelenek
kurban, iyi ve hakikat adına gereken duyulurun kurban
edilmesinde (gözden çıkarılmasında) sendeledi, yine de sanat tamamen farklı bir
yol açılması (frayage) nedeniyle bu kurbanı gelenekten geri
alarak,geleneğin imtiyazına direnmeyi durdurmadı.
Bu
nedenle "sanat" gerçekten aynı zamanda ars ya
da teknédir: "metafizik" yansımalı bir biçimde
desteklenen -özselleşen- kurbanlık ve öz her meydana geldiğinde bir phusis işlemi
meydana gelmez. Phusis kendini kendi bildiriminin ölümcül
olumsallığı ötesine, güvenlik dışına taşır ve kendi özünü kendine yükselten bir
güç (kudret) olur. Daha doğrusu, onun kendi bildirimi elbette kendine özseldir,
fakat kendine özsellikten de fazla, dahası onun kendini bildirimi kendini
üretme gücü ve /ya da kendisi olarak güçtür, ve böyle yaparak o kendini
tamamlar, kendi sonsuzluğunu bitirir, kalanı olmayan bitiş, ve -özsellik üstü-
gücün eylemden sonra gelmeyi olduğu kadar önce gelmeyi de durdurmadığı bir
bitiş. (ve kişinin "taklit"ini en çok istediği", doğa"nın
bu özelliğidir.) Fakat tekné bu öz olmaksızın phusis'dir:
(kendi) var-oluşuna önce gelen eylemin fizik-ötesi, kendini kendi tamamlayan
eylem olarak, fakat, böyle yaparak, kendinden başka hiçbirşeyi, ne özgü bir
kendi döngüsünü, ne de özgü bir duyu döngüsünü tamamlar, ancak, daha çok, sanki
kendi-yönelimini durmaksızın dünyaya açar. Tekné ise, onun
duyusu (ya da duyuları) tamamlama ya da doğrulamadan çok bir keyif ve ıstırabın
duyusudur (ya da duyulurudur).
Tekné
parçalanmış ya da kırılmıştır: Özsüz varoluştan kalan. Bu bakiye hem bir
alan/yerden hem de egemenlikten yoksundur. Tekniğin gücü gerçekten de katlamalı
bir tarzda büyüyebilir ve sürebilir. Bir egemenlik varsayımı üretemez: bir Son
ya da bir Duyu örneği üzerinden düzenleme yapamaz. “teknikler” çağının aynı
zamanda “sanatın sonu” çağı olması bu yüzden şaşırtıcı değildir. “sanatın sonu”
çağı aslında bir sonu bitirme hizmetini tamamladı. Dinsel ya da felsefi sanat
olmayı bitirdi, (teolojik)politik sanat olmayı bitirdiği gibi. Böylece, sanat
varoluşun duyusunu bu parçalanmaya açar. Fakat bugün, bu açılışın esnemesi
birinden diğerine yayılmakta ve hatta yırtılmaktadır: bizim için bir
yanıt beklediğimiz duyunun son-suzluğu üzerinden. Her şeyden önce bu “estetik”
bir yanıt değil, fakat, daha çok, dünyada olmanın emsalsiz sanatı olarak, onun
çifte entelekyasının çok yakınında ve aisthesis’in gergin yüzeyleri
boyunca, çözümsüz bir karşı-sürüm olarak.
Çev.
hç.
Kaynak: Jean-Luc Nancy, the sense of the world,
Trans and with a Foreword by Jeffrey S.Librett. 123-139
notlar:
129.
Bataille,”Le Petit”, Oeuvres complétes, vol.3,40.
130.
Diyebiliriz ki olay, örneğin, XVI. Louis'nin idamı değil, fakat kralın idam
edilebilir olması ve liderin suçlu olabilmesidir.
131.
Burada Hegel'den (Idea'nın duyarlı temsili) Nietzsche (hakikat boşluğuna
-kötülüğe karşı- koruyucu erişim) yoluyla geçerek Heidegger'e (hakikat
kurgusuna) dek sanat üzerine büyük modern felsefi açıklamaların,
desteklerine sorunlu bir yakınlık ve vefayla kendimi koruyorum.
132. En
azından, Nicolas Abraham'ın, özellikle de "yaşanmış bir deneyim zaten
eylemdir, fakat henüz aşkın bir eylem değildir, -duygulanımdır" tanımıyla
yapmış olduğu duygulanım analizi bir ölçüde işaret eder. (L'écorce et le noyau,
80).
133. Hegel’s Phiolosphy
of Subjective Spirit, ed. and trans. M.J.Petry,
vol.2, Anthropology (Dordrecht: D. Reidel,
1979), bölüme ek 401, 167.
134.
iki uyarı: (ı);bizzat hiçlik fakat zaten soyut bir bölünme olan; yalnız
"algısal/sensorial" alanın ötesinde başlayan ve bizim
'hissedilebilir’/sensible/ dediğimiz şeyden burada anlaşılması gereken; tüm
genişlemeleri içinde, duyu (sense) ve duygulanım (affect), duygusal
(sentimental) ve duyumsal (sensual) sorunudur. Sonuçta varoluşla dokunulmuş
varlık olduğu kadarıyla duyu sorunudur. (II) ister Kant'dan Wagner'e
bir yüce sentezi kipinde, ister Kant'dan yine Hegel, Heidegger'e dek tüm sanatları
'şairlik (poesy) sanatı altında kapsama kipinde olsun 'bütün sanat' gibi 'büyük
sanat' arzusu hakkında çıkarılacak sonuçlar hayal edilebilir. Ben burada
Lacoue-Labarthe’ın Musica ficta'daki Wagner, Heidegger,
ve Mallarmé üzerine analizlerini izliyorum.
135. Hegel'in fenomenoloji'sindeki
'sanat dini'nin sonunun bu okuması ‘Portrait de l’art en jeune
fille’'de ele alınmış ve haklı kılınmıştır (in Jean-Luc Nancy, Le
poids d’une pensée ,[ Montreal and Grenoble: Le Griffon d’Argile,
1991], ve in L’art moderne et la question du
sacré, ed. Jean-Jacques Nilles [Paris: Cerf, 1993] ). iyi bir
soruşturmada görüleceği üzere, Plato, Aristotle ve Plotinus'dan bu yana sanatın
doğmaktan nasıl geri durmadığını söylemeye gerek yok, hatta sanat anlamanın
altına konduğunda bile düzenleyici bir temadır. Sanat en kısa sürede kendini
ateist olarak anlayan bir duyu olarak görünür: fakat bu kuşkusuz Lascaux kadar
eskidir. Sanat tanrıların uçuştuğu ya da bilgi öncesi herhangi bir ilkellik
şemasından daha "ilkel"dir. Ve aynısı dünya için de geçerlidir.
136.
Hegel, Aesthetics, vol. I, trans, T.M. Knox ( Oxford:
Clarendon Pres, 1975), 73,90.
Daha
net olmak gerekirse, Estetik (ve aynı zamanda genel ekonomi) açısından kendi
için "kavram"dan yana ne onun özerkliğini ne de içsel birliğini
eklemek gerekir: o aslında duyarlı bir yaşam, renk ve tattan yoksundur. Burada,
son çözümlemede, tam da duyulurun kayboluş anında duyulurun geri gelmeyi
durdurmadığı şiir olarak, şiirin kendi içinde olumsuzlanamayan çelişkisi gibi
"şiir"den "düşünce"ye atılacak diyalektik adımın
imkansızlığı söz konusudur. Adı çıkmış "sanatın sonu" en azından
hızlıca söylersek burada sadece Hegel'in düşüncesinin yarısıdır. öteki yarısı
"farklı sanatların", temsillerin farklılığı olarak sanatın "muazzam
panteon"udur. Ve bu bizzat düşüncenin gerekliliğine aittir, ikincisi
"göreli bir anlamda gerçekten soyuttur, fakat somut olmamakla
beraber tek yanlı değildir" (72). Bizzat diyalektik Kristolojide verili
olan somut düşünce, şiir-düşünce (ya da şiir-nesir) zıtlığında, ve
dolayısıyla erişilemez "panteon"da, asla sona ermeyen, doruğa ulaşan
'Hristiyan sanat'ına yolaçan ikincisini (düşünce ya da nesiri)
engellemez. Hegel'in metninin nasıl okunabileceğini başka yerde göstereceğim.
137. Fenomenoloji metninde.
Hegel'in sanat üretiminin sonunu değil, fakat temsilin zorunluluğunun sonunu
onayladığı çok net olarak biliniyordu, buna rağmen ikincisi, özellikle
de Heidegger'in uyarısı, Hegel'deki bu olağanüstü dönüşü gözden
kaçırdı. Fakat bu aynı zamanda Hegel'in sadece koruduğu değil ancak kendisine
rağmen felsefi olarak inşa ettiği bir zorunluluktur. Tam da bu olgu yoluyla,
Heidegger'in sanat yorumu kendini aniden Hegel'in önünde ve onun kendi
hesabının gerisine düşmüş bulur. Uzun bir analiz gerekir, fakat burada kısaca
böyle bir analizin bazı ilkelerini belirtmekle yetineceğim, bir dünyanın,
yani,"ilişkiler" kümesinin açılması olarak ve "Orada”nın bu
varlığa-açıklığı hakikatin özüdür"e "bağlanma" yerleri olarak
bir sanat anlayışı olduğu ölçüde Heidegger'in sanat anlayışı Hegel'in 'önünde'dir
(ve benim kendi yaklaşımım da bu anlayışa çok şey borçludur: gerçekten de
sunumun sunumu ya da gelen meselesi). Fakat Heidegger'in sanat anlayışı
"boşluğun kapanmışlığı ve derinliği" olarak "yeryüzü"yle
ilişkili, bizzat tapınak paradigmasıyla ima edilen kutsalla ilişkili olduğu
ölçüde Hegel'in "gerisine düşer", bana öyle geliyor ki bu,
sanatı aslında aynı olan başka bir kutsallık (kurbanlık) içine yeniden
hapsetmektir (ancak o zaman "halk"ın buluşması eklenmiş olur).
Dünyanın "saf" açılış olduğu noktasında Heidegger'e itiraz etmenin
gereği yok: bir anlamda dünya gerçekten de "yer yüzü"dür. Fakat o,
mekanlar değilse bile, tanrılar olmadan dünya-yeryüzüdür. (Cf Heidegger, “ The
Origin of the Work of Art”, in Poetry, Language, Thought,
trans. Albert Hofstadter [New York : Harper & Row ,1975] ).
138. ya
da ayrıca tersten: sanat gelip çattığında tanrı kendini yok eder. Ve
yine sanat her zaman gelip dayanır, Lascaux'dan beri durmaksızın yenilenerek,
oysa "Tanrı" (aşkınlık ve içkinlik diyalektiğini düğümleme duyusu)
yalnız Batılı güzergaha gönderilmiştir. Bu anlamda, antik sanatın kutsal
figürleri tanrının kutsallığıyla hiçbir şekilde ilgili değildir. Hegel sanatı
burada görmekte haklıdır, fakat orada bir din uğrağını görmekle
yanılır, daha sonra düşüncede dinin açığa çıkışına geçmek
kaçınılmazdır. Ancak Hristiyan-felsefi (ya da Yahudi-Hristiyan-felsefi ve aynı
zamanda İslamik) Tanrı da pagan "kutsal"a tamamen dışsal
olarak belirlenmemiştir, Tanrıyı aratmayan başka bir boyutta basitçe (bir
anlamda, kavramın olmadığı, duyuda olan şeyin) "sanat"ıyla özdeştir. Bu
ayrımların karışımı, aksine Batının tam da menşeindedir. Bu nedenle gerçekten
de Batılı sanatın en aşırı bulanıklığı Hristiyan sanatın muhteşem coşkusunda
ortaya çıkar (Hegel konuyla ilgili olarak fenomenoloji'de
sessizliğini korur, ancak Estetik'de en çok da resim biçimini
büyülenmişcesine göklere çıkarır.) Hristiyanlık "Idea'nın duyulur
temsili"nin estetik ve teolojik gerekliliğini tedirgin bir biçimde
yansıtır. Idea kendini burada cisimleştirir, fakat cisimleşme bizzat
diyalektikleşir, duyulur olan parçalanma kutsallaşır ya da yadsınır. Tanrının
bedeni en iyi ekmek parçalarının çokluğunda sunulabilir- bu
"ekmek ve şarap" Hegel, Hölderlin, Mallarmé....'a musallat
olacaktır. Bu açıklamada, sanat kendi parçalanışını içeren, kırık parçaları
kalan, bir derviş “(eucharist) ("lütfun bir armağanı") olarak
görülür. Duygu ortaklığı olmayan bir derviş. Dervişin yapıbozumu olan bir
derviş. Yine de, yapıbozum toplanan parçaları etkili biçimde başıboş bırakır ya
da başka bir duyunun yolunu kırmak için (parçayı) yerinden ederse, o
zaman "din" "sanat"ının parçaları sökülmüş olur,
"din"den geriye hiçbir "sanat" kalmaz. Estetikoteolojikin
bize sorun çıkarması bitmez.
139.
Marx, Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy,
III: "Bir adam tekrar bir çocuk haline gelemez ya da çocuklaşamaz. Fakat o
çocukluğun doğallığındaki neşeyi bulamaz mı, ve yüksek bir evrede
kendi hakikatini yeniden üretmek için kendi kendine uğraşıp didinmesi gerekmez
mi?" sanatın hakikati bu doğallık mı ve bu aynı zamanda
"özgürleşmiş emek"le ilgisi olan duyu-varlığının-doğumunun dönüşü mü?
140.
Immanuel Kant, Critique of Judgement, trans. Werner S. Pluhar
(Indianapolis: Hackett,1987), Bl. 29, “General Comment on the Exposition of
aesthetic Reflective Judgements”, 139. Bu noktayı Kant Epikür’le ilgili olarak
tekrara ele alır.Bl.54
141.Bu,
bu tür konularda konuşulduğu zaman, bir şiirin, nesirin sonucu olan
açıklayıcılıktan çok bir ihtimal olmasının nedeni budur. Michel Butor'un
(1973'de) yazdığı Pierre Alechinsky'sini tesadüfi bir örnek alırsak: eriyen
kuşatıcı bakışlarıyla /enfes kokular salan fularıyla/ ve atölyesinin
gürültüsüyle/ öpücükler gönderir pencereden (Pierre Alechinsky: Extraits pour
traits, ed. Michel Sicard [Paris: Galileé, 1989] ,105) Yine de, haz bilgisini
reddetmek için çok basittir. İmleme ve söylem acı ya da zevk olmadan ortaya
çıkmaz. Fakat bu burada benim konum değil.
142. [Nancy The
Birth of Presence'deki trans. Brian Holmes et al. (Standford University
Pres,1993), 211-213. Three Essay on the Theory of Sexuality'deki
“In status Nascendi” içinde, ve Jokes and their Relation to the
Unconscious'da, geliştirilmiş olan bu Freud'cü nosyonu sorgular. Trans.]
143.
Zevk ve sanat soyut bir duyumsallığın beş duyusuna göre
basitce dağıtılabilir anlamına gelmez. Duyusallık belli bir noktaya kadar,
başka türlü parçalanır. Yine de her şeye rağmen parçalanır.