4) Finansal
Sermaye Egemenliği ve Öznellik Üretimi
14.Egemen ideolojinin üçüncü biçimi. Bu gerçekten de sonsuz çehresi olan, karmaşık ve esas
olarak arzulara yatırım yapan bedensizler biçimindedir. Duygulanımlar,
toplumsal ilişkiler, diller, kodlar, bilgiler, imgeler, fikirler ve
benzerlerinin birlikte üretimini kavramayı gerektiren bir biçim. Burada artık
bir öznenin çağrısından değil, öznelerarasılıkla işleyen bir ‘kamuoyu’nun
kodlama mekanzimasından söz etmek durumundayız. Fabrikanın, okulun vb. kutsal
kurumların görünürlüğünü kaybedişine paralel olarak neredeyse dolaysız iktidar
etkileri üreten söylemin mekânı olarak bu ‘kamuoyu’ makinesi, yalın olarak
medya ve iletişim sektörüdür ve tekrar-nakarat mekanizması ile çalışan kültürel
üretim tarafından sömürgeleştirilmiş durumdadır. Egemen ideolojinin (ki bundan
böyle günümüzü gözeten bir lisan ile öznellik üretimi diyeceğiz) bu biçimine
yukarıdaki ilk iki biçimin başat olduğu modern toplumun mantığı içinden
bakamayız, çünkü gerçekten de hayatın bir yanıyla modernmiş
gibi durduğu fakat öte yandan modernden ciddi anlamda radikal
kopuşlarla ‘serbestleşmekte’ olduğu bir tarihsel uğraktayız. Bu nedenle
hayatımızı artık modernin çözülmekte olan kod sistemiyle anlama olanağımız yok
(zaten böyle bir kararı vermeden ne yıkılanın ne olduğu ne de gelmekte olanın
ne olduğuna dair hiçbir şey söylenemez. Orada her şey biter, söylem ya eski
kodlar içinden devam eder, ya da bugünün aksiyomuna eklemlenir.) En temel ve
radikal fark, modernite hemen her pratiğinde, ideolojik uyruk biçiminde de olsa
algı bütünlüğüne sahip bir özne üretme ve onu disipline etme mekanizmalarıyla
tanımlanırken, küresel diyebileceğimiz bugünkü ideolojik şekillenmenin
tanımlayıcı unsuru, imgesel algı parçalarını yeniden anlatısallaştırmak yoluyla
özgür özne taklitleri biçiminde yeni öznellikler (S.Zizek’in deyişiyle
“Cogito’suz özneler”) üretmek ve bu öznellikleri kent adındaki toplama kamplarına (G. Agamben) ve iletişim otobanlarına (G.
Deleuze) hapsetmek ve gözetlemektir. Bu anlamda günümüzde öznellik üretimi
açısından temel sorun aşağıda göstermeyi umduğum ‘algı biçimi’nde ya da algı
tarihinde meydana gelen radikal bir parçalanma ya da kırılmayla ilgilidir.
Dolayısıyla bilgi teorisiyle, metafizikle ya da Althusser’in ‘yoksulun
Hegelciliği’ dediği, yoksulluk, açlık ve benzeri pratiklerle ikame edilemeyen
bir biçimden söz ediyoruz. Özetle, bu öznellik üretim tarzı tek bir neden (örn.
ekonomi) ve onun etkileri üzerinden değil, çoklu (iktidar/güç, hukuk,
gelenekler vb.) toplumsal ilişkiler, özellikle yaşam tarzları üzerinden (yani
hem bu ilişki ve tarzları üreten hem de bu ilişki ve tarzlar tarafından
üretilen) bir öznellik üretimi olarak okunabilir. Toplumsal ilişkiler dediğimiz
şey, esas olarak bu anlamda karmaşık ilişki ve etkilerin ürünü olan bir
öznellik üretim tarzını ifade eder. Bu çerçevede, Althusser’in ‘toplumsal
formasyon’ dediği iktidar, hukuk, kültür ve ekonomi gibi üst ve alt
belirleyicilerin tarihsel karşılaşmalarının yarattığı ilişkiler ve etkiler
karmaşıklığının ürünü olan öznellik üretimi tayin edici bir önem taşır. Burada
öznellik üretimini bu tanım çerçevesinde kapitalizmin günümüzdeki gerçek
kapsamına ilişkin bir tartışma dolayımıyla yani neoliberal finasal sermaye
egemenliği bağlamında alacağız. Bunun için, bugün hemen herkes açısından aleni
olan şu birkaç olguyu izlemek yeterli olacaktır: sermaye birikim biçimindeki
dönüşüm, işsiz beden ve algı parçalanması (fragmantasyon).
15.Sermayenin birikim biçimindeki dönüşüm, bugün kapitalist üretim tarzında radikal bir kırılmaya
işaret etmektedir. Bu dönüşümü üç yönelim açısından anlıyorum. Birincisi,
üretimin başta Çin olmak üzere uzak Asya’daki ucuz emek depolarına ihraç
edilmesi sermayenin üretimden geri çekilişini ifade eder. İkincisi, finansal
sermaye bir yandan kendini maddi olmayan emeğin üretim sürecinin dışında (türev
piyasalarda) konumlarken bir yandan da maddi olmayan emeğin ürettiği değere el
koymayı rant biçiminde gerçekleştirir. Kısaca, günümüzde M. Hardt’ın Common in Communism’de ifade ettiği türden, ‘kâr’dan ranta
doğru bir yönelim içinde’ olan bir sermaye birikim süreci söz konusudur.
Üçüncüsü, Marx’ın Kapital’in I.Cilt VIII. Bölümde, ‘İlkel
birikim’ başlığı altında çerçevesini çizdiği anlamda, günümüz sermaye birikimi
‘ilkel birikim’in sürekliliği olarak okunabilir, okunmalıdır ve bu bir üretim
tarzına işaret etmekten çok devlet ve hukuk yoluyla kamusal mülke el koyma biçimidir.
Bu üç yönelim finansal sermaye birikimini bir eğilim olarak karakterize
etmektedir. Sözünü ettiğim toplumsal formasyondaki kırılma bu eğilimle
ilgilidir. Burada bu eğilimi, temelde öznellik üretim tarzları çerçevesinde ele
almaya çalışacağız.
16.Sermayenin üretimden geri çekilişi ve finansal
sermaye: Marx, paranın kapitalist sermaye olabilmesi için dolaşımın artı
değer üreten üretim süreci tarafından vazedilmesi gerekliliğini ileri sürer.
Oysa basit dolaşım ya da ticari sermaye biçimindeyken “…gerçekte değer, sürecin
aktif etmenidir; bir yandan durmadan sırasıyla para ve meta biçimlerine
girerken, aynı zamanda da kendi büyüklüğünü değiştirir, artı-değeri üzerinden
atarak kendini farklılaştırır; bir başka deyişle, başlangıçtaki
değer kendiliğinden büyür. Çünkü kendisine artı-değer kattığı
hareket, kendi hareketi olduğu için de büyümesi otomatik büyümedir. …
Değer, her kendiliğinden doğuşuna para biçimi altında başlar, sona erer ve
yeniden başlar. … basit dolaşımda, … birdenbire, kendine özgü hareketi olan,
kendi hayatını yaşayan bağımsız bir varlık olarak ortaya çıktığı
gibi, bu hayat sürecinde para da meta da onun büründüğü ve soyunduğu
biçimlerden başka bir şey değildir. … demek ki, değer, şimdi, süreç içerisinde
değer, süreç içerisinde para ve böylece sermaye oluyor. Değer dolaşımdan
çıkıyor, tekrar giriyor, süreç boyunca kendisini koruyor ve çoğaltıyor. …
Dolaşım alanı dışında kalan ve satın alma ile satma arasındaki sürede geçen
olaylar, bu hareketin biçimini etkilemez. Nihayet faiz getiren sermayenin söz
konusu olduğu hallerde, P-M-P’ dolaşımı
kısaltılmış olarak belirir. Ara aşama olmaksızın, P-P’ biçiminde sonuca
ulaşırız, para daha fazla paradır.” (1975: 177-178) (abç) “İncelememiz
sırasında tüccar sermayesi ile faiz getiren sermayenin, türevsel biçimler
olduğunu göreceğiz” (1975: 188) “…pahalı satmak için satın almak hakiki tüccar
sermayesinde en açık şekilde görünür. Ama hareket bütünüyle dolaşım
alanı içerisinde yer alır” (1975: 187-188). Sonuç olarak, “sermayenin
dolaşımdan doğması olanaksız olduğu gibi, dolaşımdan ayrı olarak oluşması da
aynı ölçüde olanaksızdır. Sermayenin kökeni aynı zamanda hem dolaşım içinde hem
de dışında olmak gerekir.” (1975: 189)
Dışında
derken, bunun sermayenin özel türden bir metayı (iş gücünü) satın alması
yoluyla, ‘fazla’nın dolaşım değil üretim süreci içinde ortaya çıktığını
biliyoruz. O noktadan itibaren de sermaye artık ticaret ya da tefeci türünden
türev sermaye değil, sanayi sermayesi haline gelir.
Biz burada daha çok Marx’ın sermayenin gerçek tahakkümü dediği finansal
sermayeyle ilgiliyiz. Marx’ın yukarıdaki ifadelerinde türev piyasalara ilişkin
üç dikkat çekici sonuç apaçıktır: birikimin -üretimden-özerkliği, soyutluğu ve dolandırıcılığı. Sermaye,
türev biçimleri içinde, “kendine özgü hareketi olan,
kendi hayatını yaşayan bağımsız bir varlık’ biçiminde hareket
ederek, sanayi sermayesi biçiminde ise, bizzat üretim (yatırım) hedefine bağlı
hale gelerek çoğalır. İlkinde hareketin amacı kendisiyken, ikincisinde kendi
dışındadır, yani, ilkinde özerk ve özgür iken ikincisinde bağımlıdır. Bu
bağımlılığın biçimi kaçınılmaz olarak üretim yatırımıdır. Artı değerin asli
mekânı artık dolaşım süreci (pazar) değil, üretim sürecidir (fabrika). Sermaye
birikiminin nihai hedefinin her tür bağımlılık biçiminden (yani esas olarak emekten
ve tüm diğer dolayımlardan) kurtulmak ve fakat yine de büyümek olduğunu
söylemek, onun doğasını ifade etmek demektir. “Onun biricik amacı, kâr etmenin,
durup dinlenmeyen, bitip tükenmeyen sürecidir” (Marx, 1975 :176). Aynı yerde,
‘değişim değeri avcılığı’ diyor Marx, ‘parayı tekrar tekrar dolaşıma sokmak
suretiyle gerçekleşir’.
Öte
yandan ileri ya da gelişmiş ülkeler derken biz, sadece teknolojik gelişmişlik
değil aynı zamanda üretimde de ileri ya da gelişmiş ülkelerden bahsederiz.
Birleşik Devletler ve Avrupa ülkeleri bu anlamda gelişmiş ülkelerdir. Bu aynı
zamanda işçi sınıfının da en çok ve gelişmiş olduğu ülkeler demektir. Çünkü
yine Marx’a göre sermaye birikiminin artış hızı ile proletaryanın çoğalması
doğru orantılıdır. Bu da demektir ki, batı dünyası yani kapitalizmin kendisi,
üretimden geri çekilme momentinde, gerek sabit sermaye yatırımları açısından
gerekse değişken sermaye (işgücünün yeniden üretimini sağlayacak miktar dahil
işgücü maliyetleri) açısından maksimum büyüklüğe (kârdan yatırıma ayrılan payın
maksimum büyüklüğüne) ulaşmış bir kapitalizmdir. F.Jameson’ın (2005) aktardığı
biçimiyle, G. Arrighi’nin katkısı bu noktada önemlidir. O, kapitalizmi krizler
yoluyla yayılan ve genişleyen üç moment halinde tasarlar. Rönesans dönemi
İtalyan kent devletleri momenti, ki bu basit dolaşımın yarattığı ticari
birikimle (Cenova sermayesi ile) beslenen İspanyol İmparatorluğu ile birlikte
ve ortak yaşarlık içinde tanımlanır. Her momentin kendi içsel sınırları vardır
ve o sınıra geldiğinde kapitalizm o momentin en yüksek aşamasına gelmiş
olduğundan bir kriz yoluyla yeni bir moment içinde yeniden yaygınlaşır ve
gelişir. İlk momentin içsel sınırı İtalyan kent devleti modeli gibi politik bir
sınırdır (Makyavel’in, tam da bu içsel sınırın düşünürü olması tesadüfi
değildir). İkinci moment 16. yüzyıl Hollanda merkezli Flemenk ticaret
sistemiyle başlayan, giderek İngiltere imparatorluğuna dönüşen ve 20 yy.’da
ABD’nin egemen olduğu sanayi kapitalizmdir. Üçüncüsü Arrighi için 1950’lerden
bu yana süre gelen ‘Finansal sermaye’ momentidir. Tartışmamız açısından önemli
olan tema, Arrighi’nin ikinci momentin içsel sınır tespitidir. Arrighi,
Jameson’un aktarımıyla şöyle der; “fakat bu ikinci aşamada, benzer biçimde
üretim, dağıtım ve tüketimde büyük bir sıkıntıya neden olan içsel sınırlar
deneyimle öğrenilir; genellikle ikinci aşamada her zaman görülen “oranların ya
da kârın düşmesi”: “kârlar, hala yüksektir, fakat kârların sürekliliği, daha
ileri bir yatırıma harcanmaması koşulunu gerektirir” (akt. Jameson,
2005:147-48). Benzer olarak, kâr oranlarının düşme eğilimini, Balibar, Kapital’i Okumak’taki, katkısında şöyle özetliyor:
“aslında ortalama kâr oranının eğilimsel düşüşü, sermayenin ortalama organik
bileşiminin, birikime özgü hareketi ifade eden, emek gücüne harcanan değişken
sermaye karşısında üretim araçlarına harcanan sabit sermayenin büyümesinin
doğrudan sonucudur” (E.Balibar, 2007:625). Bu noktadan itibaren Arrighi üçüncü
momenti finansal sermaye ve kapitalizmin küresel finansal genişlemesi olarak
adlandırır. Şimdi bu, kâr’ın sürekliliği için kâr’ı yatırıma harcamama (disinvestment) noktasına (20. yy.’ın
ikinci yarısından itibaren) gelinmesi, modern sanayi kapitalizmi için ciddi bir
kırılmadır. Fakat bu aynı anda sürekli artan ölçüde ‘kâr’ elde etmeyi (hızı ve
miktarı artarken sermayenin giderek azalan sayıda spekülatörün elinde
toplanmasını) mümkün kılan küreselleşme sürecinin tanımlayıcı noktasıdır. Artık
ekonomi ve politika sanayi sermayesine değil ‘rantiye konumlu finansal
sermaye’ye teslim olmuştur. Şimdi en baştaki tespiti bir soruya çevirirsek:
günümüzde üretim gelişmiş kapitalist ülkelerden, ucuz emek deposu olan ülkeler
ihraç edildiğine ve kâr üretime bağlı olduğuna göre, üretimi (birikiminin asal
kaynağı olmaktan) tasfiye eden sermaye, kendini nasıl büyütür, kârın kaynağı
nedir? Ya da Arrighi’nin ifadesiyle bu küresel ‘finansal genişleme’ hem hızını
hem büyüyen miktarını nasıl ve nereden kotarmaktadır?
İki
yürüyüş hattı içinde yanıt verilebilir. Birincisi finansal sermayenin kendini
üretim dışında konumlama biçimi olarak, ekonomiyi makro ekonomik göstergeler ve
monetarist stratejilere indirgeyen finansal ve türev piyasa işlemleridir. Bu
piyasalar, getirisi başka kıymetlerin (menkul kıymet borsaları, devlet
borçlanma kağıtları, vadeli işlem araçları, kredi değerlilikleri, kur
arbitrajları, vb.) getirisinden türetilmiş değer piyasaları, yani sonuçta para
ticareti yapan piyasalardır. Marx’ın ifadesiyle finansal ya da türev piyasalar
‘paranın parayı çoğalttığı’ kazanma biçimleridir. Başka deyişle soyutlamanın zirvesi. Para ilk biçiminde
zaten soyuttu, şimdi kendi kendisinin amacı olan birikim sürecinde emek başta
tüm somut dolayımlardan kurtularak mutlak anlamda soyut hale gelmiştir. Ve en
maksimum kâr hızı ve miktarına da bu soyut evrede ulaşmıştır. Ve bu soyut
uğrakta birikimin yegâne yöntemi spekülasyondur. Tüm finansal piyasalar
spekülasyonla çalışır. Türkçesi ‘dolandırıcılık’. Sermaye birikimi için anlamlı
olan tanımlayıcı ifade kapitalizm koşullarında ‘üretim tarzı’ ise bunun para
piyasalarındaki tekabülü ‘spekülasyon tarzı’dır. Günümüzde spekülasyon,
sermayenin özgürlüğü (yüzer-gezerliği) ve soyutluğu (topraksızlığı/ülkesizliği)
yönüyle ekonomi, politika, öznellik üretimi tüm toplumsal kertelerde başat hale
gelmiş durumdadır. Yine de belirtilmeli ki finansal sermaye birikimi soyuttur
fakat hayali bir birikim değildir. Çünkü spekülasyon bizzat bir işlem ve işlem
performansıdır. Sanal fakat kendinden başka referansı olmayan bir gerçekliktir.
Bu spekülasyon tarzının nesnesinin ne olduğuna aşağıda değineceğiz. İkincisi,
finansal sermayenin birikiminin ortak varlığa el koyma yoluyla sağladığı rant
biçimidir. Sürekli kullanacağımız ‘ortak varlık’ (commons) deyimini M. Hardt,
şöyle tanımlıyor: “Bir yandan, ortak (common) bir yeryüzü ve onunla birleşen
bütün kaynakların -toprak, ormanlar, su, hava, madenler ve benzerlerinin-
adıdır. Bu 17. yüzyıl İngilizcesindeki “commons” (‘s’ ile) kullanımıyla birebir ilgilidir. Öte yandan,
ortak aynı zamanda, her zaman söylediğim gibi, insan emeğinin ve
yaratıcılığının yani fikirler, dil, duygulanımlar vb. sonuçlarına işaret eder.
Öncekini “doğal” ortak, sonrakini “yapay” ortak olarak düşünebilirsiniz, fakat
gerçekten doğal ve yapay arasında böyle bir bölünme hızla gözden kaybolur. Her
halükârda, neoliberalizm ortağın bu her iki biçimini de özelleştirmeyi
amaçlamıştır.” (Hardt, Common in Communism).
Örneğin modern burjuva toplumlarda kentler, kamusal ve kültürel toplumsallaşma
mekânları iken, spekülasyonun hakimiyeti altında, özelleştirmeler, kent
planları, mimari tasarımlar vb. el koymalar yoluyla spekülasyon rantının
nesnesi haline gelmişlerdir. Eskiden insanların özgür toplumsallaşma mekânı
olan kentler (refah toplumunun kültür kentleri) bugün paranın özgür dolaşımı ve
hayatın tüm alanlarda metalaştığı kentler (metropoller) haline gelmiştir.
İnsanlar her tür eylem ve edimlerinin karşılığında para ödemek durumunda
kaldıkları şirketlerle kuşatılmışlardır. Spekülasyonun başka veçhelerini
tarımda ve gıdada, doğanın istismarında, suyun ticarileşmesinde, madenlerde vb.
ve maddi olmayan emeğin yarattığı her tür değere el koyma biçiminde
görebiliriz. Sonuç olarak spekülasyon tarzları ‘ortak varlığın’ gaspı ve ranta
dönüştürülmesi ile kendi zirvesini her tekrarda yaygınlaştırmakta ve egale
etmektedir… Küreselleşme açısından sermayenin spekülasyona dayalı soyutluğu,
iletişim teknolojisi ve sibernetik devrim yoluyla saniyeler içinde dolaşıyor
olması olgusuyla birleştiğinde ortaya çıkan en radikal sonuç, sermayenin
topraksızlaşmasıdır. Bu topraksızlaşma beraberinde bilgi süreçlerinde bir
‘bağlamsızlaşmayı’, algı tarihinde bir parçalanmayı getirir.
1. Arrighi bu üçüncü -finansal sermaye- momentinin içsel
sınırları konusunda net değildir, sadece onu ‘sermayenin son baharı’ olarak
adlandırır. Yine de bu sonbaharın sanırım en temel iki göstergesi şunlardır:
Birincisi P-M-P’ dolaşımında sermayenin artış
oranı ile işçi sınıfının artış oranı doğru orantılıyken, P-P’ sürecinde sermaye birikiminin artış oranı ile
proletaryanın niceliğinin radikal olarak ters orantılı olmasıdır. Yani bu
aşamada sermaye büyürken emek işsiz kalmaktadır. Bu yüzden işsizlik
küreselleşmenin yapısal bileşenidir. İkincisi, P-P’ dolaşımında
sermayenin hızla giderek azalan sayıda kapitalistin elinde birikmesi sonucu,
küçük üretici ve küçük satıcı kitlesinin (küçük mülkiyetin) ortadan kalkışıdır.
Yine de finansal sermaye ile sanayi sermayesi arasında sermaye birikimi
açısından yaşanan karşıtlık, küreselleşmeyi sadece ‘mali kapitalizm’ olarak
nitelemeyi olanaksız kılar. Çünkü P-M-P’ dolaşımı
başta Çin olmak üzere dünyanın büyük nüfusu üzerinde hala üretim vahşetini
sürdürüyor. Finansal sermaye egemenliğini burada yaygınlık değil, hegemonik
unsur olması açısından niteliyoruz. Marx’ın ‘bütünlük’ tanımı uyarınca bugün
toplumu ancak ‘egemen ögeli karmaşık bütünlük’ olarak tanımlarsak o egemen öge
artık ‘üretim tarzı’ ya da sanayi sermayesi değil, ‘spekülasyon tarzı’ ve
finansal sermayedir. Bugün herhangi bir toplumsal ve politik analiz,
küreselleşmenin spekülasyon tarzını (ekonomik, politik ve ideolojik
kertelerdeki kurnazlık ve dolandırıcılık biçimlerini) hesaba katmadığı sürece
‘şeylerin fiili hakikatini’ veremez. Çünkü küreselleşmenin hakimiyeti açısından
bakıldığında sermaye birikiminin özgürlüğü, dolayımsız soyutluğu ve
spekülasyona dayalı oluşu tüm toplumsal kertelerdeki ‘etkisi’ (ya da ‘özel
nitelikleri’) artık modern kapitalizmin bildiğimiz anlamdaki hiçbir tanımıyla
(hele de ‘refah toplumu’ ile) bağdaşır bir fotoğraf vermemektedir. Dolayısıyla
‘mali kapitalizm’ gibi Marx’ın ifade ettiği ‘karmaşık bütünlük’ anlamını
vermeyen bir adlandırma yerine bir salgın hastalık, bir yağma ve talan düzeni
olarak (bu bir sistem değil, bu dünya ölçeğinde liyakatsiz ve lümpen bir
finansal oligarşinin tahakkümünü ‘kültürleyen’ bulaşıcı bir hastalıktır!)
‘küreselleşme’ sıfatının geçerli ve gerçekçi bir adlandırma olduğunu
düşünüyorum. (‘Neoliberal’ adlandırması daha çok bu finansal egemenliğin
yönetim-yönetişim sistemini ve tahakküm tarzlarını tanımlar.)
Finansal
sermayeye, ya da kendine göndermeli bu soyut birikime biraz daha yakından
bakınca onun iki modu olduğunu görebiliriz. Birincisi dolayımsız soyut biçim,
parayı çoğaltan para, 15 yy. Cenova tüccar sermayesi veya ilkel birikimdeki
biçimine çok benzer bir biçimde tefeci-tüccar sermayesi, ne var ki ticaretini
yaptığı şey özgül türden bir meta, yani para. Fakat bir fark var ki o da bugün
bir dolaşım avcısı olarak finansal sermaye türev piyasalar denen bir alanda
adeta ışık hızıyla hareket etmektedir. Marx aynı yerde şunu belirtir:
“Sermayenin dolaşımdan doğması olanaksız olduğu gibi, dolaşımdan ayrı olarak
oluşması da aynı ölçüde olanaksızdır. Sermayenin kökeni aynı zamanda hem
dolaşım içinde hem de dışında olmak gerekir” (Marx, 1975:189). Dolaşım dışında
o, özel türden bir metanın -emeğin- satın alınarak (dolaşımı vazeden) üretime
koşulmasıyla gerçek kapitalist sermaye birikimini (sanayi sermayesini)
oluşturuyordu (bundan böyle buna ‘eski biçim’ diyelim). Bu eski biçim, satmak
amacıyla satın alma zorunluluğunu paranın sermaye olabilmesinin zorunlu koşulu
olarak ifade eder. Bu zorunlu koşul en soyut form olan finansal sermaye için de
geçerlidir. İşte bu anlamda finansal sermayenin ikinci modunu, dolaşım dışında
fakat dolaşımı vazeden bir ‘işlem’ ve bu işlemin performansı oluşturur. Bu
durumda, eğer ‘satmak amacıyla satın alma’ sermayenin koşuluysa, o zaman soru
şudur: soyut sermaye birikimi sürecinde alınıp satılan şey nedir? Foucault’nun,
Negri’nin ve daha birçok Marksizm sonrası düşünürün yanıtı nettir: Yaşam Tarzıdır. Ne demek bu? Marx’ın öngördüğü üzere
üretimin toplumsallaşması yani üretimin fabrikadan çıkarak topluma, toplumun
her alanına yayılması. Toplumun, yaşamın bir göreli artı değer nesnesi haline
gelişi. Her şeyin, duyguların, algıların, zevklerin, hazların, bilgilerin
metalaşması, alınır satılır metalara dönüşmesi. Fakat bu bedensiz dünyanın
üretilmesi, yaratılması gerekir. Bunun için de üreticilerin (gayri maddi
emekçilerin ki bir diğer adı üretken emektir) yaratıcılığının maksimize
edilmesi zorunludur. O zaman iş yeri ve çalışma koşulları azami özgürlük
ortamlarına dönüşmeli, esnek çalışma tarzı -evde çalışma dahil çok çeşitli
biçimler altında özgürleştirilmeli, disiplinci Taylorist modelin izi bile
kalmamacasına rahatlatılmalıdır. Öte yandan yeni tip bir insan, bu modelin
merkezine oturtulmalıdır. Foucault’nun analizlerinde belirttiği gibi bu,
ekonomik insandır (homoeconomicus). Eskiden artı değer üretimine bağlı olarak
dolaşımın bir aktörü olarak modellenen bu insan bundan böyle sadece rekabet
odaklı, kendi kendinin girişimcisi olan bir insandır ve yaratıcılığı,
verimliliği vb. her etkinliğini kendi gelişimine, kendi niteliklerinin artışına
tahvil eden insan. Her şeye, hayatın her alanına fayda-maliyet açısından bakan,
en az emekle en fazla kârı elde etmeye çalışan neoliberal ekonomik insan. Sermaye
soruyor kendini geliştirmek ve rekabet edebilmek için neye ihtiyacın var?
Hepsi sana sunulur fakat bir koşulla, en kısa sürede kendi öngördüğün
niteliklere ulaşman koşuluyla. Bu nedir? Bu yeni bir öznellik kipidir, kendini
öznelleştirme zorunluluğu rekabetin vazgeçilmez gereğidir. Ve bu piyasada
sermaye tam da o niteliklerin ürünü üzerinde bir tasallut ve rant yağmacısı
olarak bireylerin öznelliklerine hükmeden, ona tahakküm eden bir varlık kipi
olarak egemendir. Finansal egemenlik çağında sömürünün yeni biçimi, yaşam
tarzları üretmek ve bu üretiminin öznellikleri üzerinde tahakküm kurmaktır. En
çarpıcı örnek, borçtur. Devletler, şirketler, hane halkı ve bireyler
varlıklarını borçlanarak yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Bu düzenin
sürekliliğini sağlayan unsur da bilgi pratiklerinin özel mülkiyeti ve bunlar
üzerindeki tahakkümdür. Evet yeni biçim içinde de alınıp satılan yine özel
türden bir metadır. Fakat bu özel türden meta eski biçim içindeki işgücü
değildir artık. Zenginliğin kaynağı salt para da değildir. Kısaca o
‘bilgi’ dir. Yeni biçimin özel türden metası fiziksel emek değil (bu elbette
ortadan kalkmadı ama esas olarak) gayri maddi emek olarak ‘bilgi’dir ve giderek
bütün (dijital dahil) bedensizler dünyasıdır.
Bu
ne tür bir ‘bilgi’dir? Modernin bilimsel bilgisi diyebilir miyiz? Çeşitli soyut
mantık modelleri içinde akıl yürütmeler, analizler, deneyler ve çıkarımlar
sonucunda varılan bir ‘bilimsel’ ya da ‘nesnel’ öngörülmeme bilgisinden söz
edebilir miyiz? Ya da Marx’ın ‘Eleştiriye Katkı’da
tanımladığı sezgisel soyutlamalarla başlayan, bu soyutlamaları ‘bilgi nesnesi’
olarak ele alan kavramsal analizlerle süren ve nihayet düşüncede somut
biçiminde çıkarımlara ulaşan bir bilgi üretiminden söz edebilir miyiz? Hayır,
buradaki bilginin modernin hiçbir versiyonundaki bilgi (knowledge) ile bir ilgisi yoktur. (Olur mu? Bilimsel
bilgi hala üretiliyor. Ya da Marx’ın genel zekâ dediği, insanlığın birikimi
toplumsal birikimin bilgisi. Burada sorun her ikisinin de sermayenin üretici
gücü haline gelmiş olmasıdır. Üniversitelerin sermayenin ar-ge merkezlerine
dönüştürülerek üretilen bilgi, sermayenin üretici gücüdür. Tomografi makinası
ölü emektir ama bir bilgidir. Bilgi, ölü emek olarak canlı emeğin karşısına ona
hükmeden bir biçimde çıkmaktadır. Cep telefonu örneğin ve konuşmaya verilen
para ve kanserde kemoterapiye verilen para vb. Öte yandan genel zeka, örneğin
insanların (Facebook, instagram vb. leri yoluyla) içerik üreticilerine
dönüştürülmesi, ya da açık kaynak teknolojilerinin kullanımı gibi yine sermayenin
üretici gücüne dönüşmüştür. O halde sözünü ettiğimiz bilgi malumattır (information). Bu da toplumun medyalaştırılması ile
ilgilidir. Moderndeki bilgi; dolaşımı, ya da ‘ikna’yı vazetmez ve işlevi ‘kâr’
değildir. O ‘gerçek’ denen şeyi ‘keşfetmek’ ya da ‘açıklamak’ işlevi ile
yükümlü, insanlığın ilerlemesi vb. idealler vazeden bilgidir. Öyle ki liberal
refah toplumu bile kendini ‘tam istihdam’ ütopyasıyla tanımlayabilmişti. Oysa
buradaki ‘bilgi’ (enformasyon: çok geniş anlamda, bilmeler, duygulanımlar, fikirler,
imgeler, simgesel işaretler, görüntü akışları, filmler, fotoğraflar, afişler
vb. kısaca tüm hayatı kuşatan görüntü ve harf akışları ve tüm ekranlar) sadece dolaşımı vazeder ve her tür spekülatif
ve manipülatif ‘işlem performası’nın ‘kâr’ realizasyonuna yol açar. Borsa
simsarları (dealer ya da broker) ile bir TV haber spikerinin ya da uzman
profesörlerin pratikleri trajik denecek ölçüde özdeşleşmiş durumdadır. Çünkü
iletişim dolaşımı içinde o bilginin nesnesiyle, bilginin kendisi (haber)
arasında herhangi bir ilişki kalmaz. Oysa modernde bilgi nesnesi haraket
noktası iken, iletişim dolaşımında haber olarak bilgi tam da bu nesneden
tümüyle kopmuş bütünüyle imgesel ve simgesel süreçlerde soyut ve manipülatif
bir harekettir. Bütün hedefi ani heyecan patlamaları, duygusal titremeler
vb. ‘ETKİ’ üretmek olan enformasyon sonucu üretilen
kararlar ile, modern ‘bilimsel/nesnel’ bilgi sonucunda üretilen kararlar
karşılaştırılamaz ve bu ikisi arasında bir ortak ölçü yoktur. Modern bilgi
ardışık bir akıl yürütme sonucu, öngörüler, kestirimler, planlar ve stratejiler
sonucunda hayatı örgütlemeye, ona hâkim olmaya çalışırken, habere dayalı bilgi
‘o an’ ile ilgilidir, anlık bir bilgi/karardır ve o ana egemen olmayı ve o anı
kazanmayı, yani o anı ‘kâr’a tahvil etmeyi vazeder. O an, hayattır ve haber,
görüntü, simge kısaca bütün olarak enformasyon, hayatı kâra tahvil eden, ya da
sonuç olarak oradan bakan bir dolaşımı vazeder. Marx buna göreli artı değer
üretimi diyor. Dolayısıyla birincisindeki planlama ve strateji bilgisi yerini
ikincisinde tam bir rekabet bilgisine bırakır. Bu özelliği bir yazıklanma
konusu olarak ele alan modernler şunu anlamamaktadırlar; her an, anı kazanmak,
tüm zamanları kazanmak demektir. Her an, anı kazanan birinin geleceği kazanmak
diye bir stratejisi olamaz bunun ötesinde ‘anı kazanmak’ dışında hiçbir etik,
politik, kültürel motivasyonu da olamaz ve yoktur. Yeni biçim içindeki gelecek
kaygısı sadece risk hesapları; gelecek vizyonu ise ‘kâr oranını’ büyütme
parametrelerinden ibarettir. Özetle finansal sermaye dolaşımı (birikim) mutlak
anlamda her şeyin buradalığını (presence)
kazanca dönüştürmekle ilgilidir. Bugün bilgi finansal sermayenin, bu bilginin
değer yaratım sürecine müdahale etmediği (tam tersine teşvik ettiği) fakat
sonuçlarını özelleştirdiği bir rant kaynağıdır.
Günümüzde
bilgi, sermayenin doğrudan egemenliğini (Marx’ın ifadesiyle ‘gerçek
boyunduruğu’nu) inşa eden küresel politika pratiğini anlamanın kalbine uzanır.
Modern bilim ideolojisi ve idealler söylemi ile eski üretim tarzı arasındaki ilişki
üzerine, ekonomizm ile nihilizm arasında (belirlenimcilik ile mutlak
görececilik arasında) gidip gelen sayısız veçheye bürünmüş yorum ve analizleri
taşıyan devasa bir modern/postmodern teori külliyatı var. Şimdi esas olarak
finansal sermaye ve bilgi arasındaki ilişkiyi nasıl anlayabiliriz? Öyle ki, bu
sorunun yanıtı bizim finansal sermayenin dolaşım tarzı ve enformasyonun dolaşım
tarzı arasında (çoğunlukla ilişki yokluğu görünümündeki) ilişkiyi anlamamıza
yol açsın. Şimdi, sermayeyi bir ‘öz’ olarak ele almak ve yanıtı ondan kalkarak
aramak, felsefeye (felsefe yoluyla felsefeye) yeniden gömülmek demektir. Ki
oradan da bu ‘öz’ün tüm hayatı ve varlığı belirlediği, bilginin hakikatini
oluşturduğu, biçimlendirdiği ya da her şeyin ondan türediği ve bir amaca doğru
gittiği gibi metafizik gevezelikler dışında bir yere varılamaz. Oysa burada
bilgiyi tanımlayan şey bizzat hakikatten koparak simgesel süreçler içinde
‘etki’ (affect) (duygulanımlar, duyusal patlamalar, heyecanlar ve hatta
titremeler biçiminde ikna) üretmektir. Bu bağlamda, finansal sermayeyi tüm
maddi dolayımlarından kurtulmuş bir birikim süreci anlamında bir töz (tam
anlamıyla soyut bir töz) olarak ele almak Marx’ın başta verdiği “kendine özgü hareketi olan, kendi hayatını yaşayan bağımsız bir
varlık olarak” tanımının bir sonucudur. Bilindiği üzere,
Spinoza maddeciliğinin başlangıç aksiyomu da böyle bir tözdür. Doğa bu anlamda
soyut bir tözdür ve varlık ya da olay onun özel nitelikleridir (burada,
finansal sermaye ve doğa arasında sadece örnek anlamında paralellik kuruyorum,
bağ değil). Nasıl ki fırtına bir töz olarak doğanın özel niteliği (attribute)
ise, enformasyon da bir töz olarak finansal sermayenin özel niteliğidir. Hem
doğa ile fırtına arasında hem de finansal sermaye ile enformasyon arasında bir
belirlenim ilişkisi yoktur. Her ikisinde de her iki taraf (hem töz hem de özel
nitelikler) kendi hareketlerine, kendi tarihlerine, kendi bağımsız varlık
tarzlarına ve kendi raslantısal
vukubuluşlarına sahiptirler. Fakat asli olarak, fırtına da
enformasyon da tözlerin (doğa ve finansal sermayenin) özel nitelikleridirler.
Dolayısıyla özel nitelikler, tözlerden hareketle izah edilemezler, tersine
tözler ancak özel niteliklerden gidilerek kavranırlar. Enformasyonun, tözün
özel niteliği olmasından anlaşılması gereken şudur; fırtına nasıl ‘önemli bir
doğa olayı’ ise, enformasyon da aynı şekilde önemli bir ‘finansal sermaye
olayı’dır. Ancak bu bilgi -sermayeyle açıklanamaz, tersine sermaye bu bilgiyle
ve onun rekabet piyasasındaki dolaşımıyla elde edilen değer üzerinden
açıklanır. Finansal sermayenin özel niteliği olarak bilginin manipülasyon
karakteri toplumsal düzeyde apaçık verilidir. Çünkü bu onun kendi varlık
tarzıyla ilgilidir, yani, moderndeki bilgi nesnesi ve bilgi ilişkisinin
tersine, bilgi nesnesiyle hiçbir bağı olmamasına, nesnesinden kopmuş olmasına
dayanır, -aynen finansal sermayenin üretimden kopmuş olması gibi-. Enformatik
manipülasyonun tek hedefi vardır, buradalığı manipüle ederek (nesnesinden
kopararak) dolaşıma sokmayı vazetmek. Enformasyonun, nesnesinden kopmuş (soyut
bir biçim, bir doxa, bir kanaat) olması anlamında karşılaştırılabileceği başka
bir gerçeklik yoktur. Bu nedenle bütünüyle salt soyut olmasına rağmen kendisi bir gerçekliktir –finansal
sermaye nasılsa aynen öyle-.
Sermayenin
doğrudan egemenliğinin anlamı açısından Marx’tan uzağa düşülen nokta, (finansal
piyasalar için “finasal sermayenin spesifik varoluş tarzı yani bir merkezden
çıkıp aynı merkeze dönen para dolaşımı” olarak incelenecektir” (Gundrisse:
1979:314) dediği halde ne Grundrisse’de ne
de Kapital’de bu konuya bir daha dönmemesi nedeniyle ayrı
düşülen nokta) onun dolaşımı sürekli üretim süreci tarafından vazedilen bir
birikim tarzı olarak görmesi fakat bizzat dolaşımın, sermayeyi artıran meta
haline gelişini söz konusu etmemesidir (hatta o bizzat bir değer kaynağı değil,
üretimin bir ayak bağıdır (Grundrisse, 598).
Bununla şunu demek istiyorum: nasıl ki eski biçim içinde özel türden bir meta
olarak emek, dolaşım sürecinde sermaye birikimini yaratan bir unsur ise,
neoliberalizm içinde aynı işlevi ‘bilgi’ yerine getirmektedir. Fakat eski
biçimde bizzat emek artı değerin kaynağı iken burada bilgi bizzat artı değer
kaynağı değildir, artı değer ya da birikim, dolaşım sürecinin ürünüdür ve
bilginin işlevi (aynen eski biçimde üretimin dolaşımı vazetmesi gibi) dolaşımı
vazetmektir. Dolaşım dışında (rekabet piyasası dışında) bu bilginin hiçbir
değeri ve işlevi yoktur. Özetle, rantiye konumlu finansal sermaye aşamasında
emeğin yerini bilgi ve üretimin yerini de bu bilginin dolaşım alır. Fakat bu
bilginin kendisi değil, onun dolaşımı her şeyin yani hayatın ticarileşmesinin
kaynağıdır. Bilginin kendisinin kendi dolaşımını bir rant nesnesine çevirmesi
nasıl ki sanayi üretimi emeği (artı değeriyle birlikte) tekelci biçimde ele
geçirmiş ise aynen öyle, ‘bilgi’nin (kendi yarattığı göreli artı değerle
birlikte) tekel olarak hayatı ele geçirmesi demektir. O halde bilginin dolaşım
süreci bizzat kendisini metalaştıran bir süreçtir. Burada her şey türev
piyasalarda olduğu gibi para ya da ayni rant şeklinde görünmeyebilir, iletişim
kültür sektöründeki ‘itibari değer’ yani, sıfatlar, statüler, uzmanlıklar vb.
görünürlükler de bir rant biçimidir ve sonuçta para biçimine dönüşür (ve
böylece aydınlar küreselleşmenin aksiyom üretme makineleri haline gelir). Sonuç
olarak, sermaye, alım satım işleminin birinci ve sonuncu aşamasındaki değer
fazlalığını ara aşama olarak bizzat bilginin dolaşım süreci adındaki meta
üzerinden sağlar. Bu durumda, dolaşım süreci kendini metalaştırmış, yani hayatı
bütünüyle ticarileştirmiştir. Hayat burada eski biçimdeki emeği karşılayan bir
biçimde ‘özel türden bir meta’ haline gelir. Bu, arzu terimiyle ifade edilen ‘şey’lerle, çıkar terimi ile ifade edilen ‘şey’ler arasındaki
makasın en kaba biçimde kapandığı bir çağa girildiğinin en açık belirtisidir.
Artık birincinin ikiciye tahvil olmasını gerektirecek koşulları yaratmak için
ideolojik ve estetik mekanizmalar üretme çılgınlığı gereksizleşmiştir. Burada,
hayatın (yaşam tarzlarının) kullanım değerini kaybederek (bu aynı zamanda doğayla
hatta kendi türüyle ilişkisini kaybederek de demektir) salt değişim değerine
dönüştüğünü söylemek, uçuk ve aşırı gelebilir fakat bu post-modern, post-çağ ya
da küreselleşme ne dersek diyelim günümüzün en katı gerçeğidir. Hiçbir şeyin
kullanım değeri kalmamıştır, kullanım değeri tarih olmuştur, her şey -en soyut,
en ruhsal süreçler dahil her şey (evlilikler bile!)- değişim değerinin nesnesi
haline gelmiş, ticarileşmiştir. İşte sermayenin gerçek boyunduruğunun en
çarpıcı ve en barbar yönü budur: hayatın ticarileşmesi.
Tam
bu noktada Marx’ın, emeğin sermaye altındaki “biçimsel” ve “gerçek boyunduruğu”
arasında yaptığı ayrım (Akt. A.Negri, 2006: 240-42) işbaşındadır. Biçimsel
boyunduruktan o, eski üretim tarzlarının yeni üretim tarzına tabi kılınmasını;
gerçek boyunduruktan ise bu tabi kılma süreci içinde -yukarıda kısaca
değindiğimiz- yeni üretim biçiminin toplumsallaşmasını ve buna koşut olarak
eski üretim biçimi’nin tümüyle dağılmasını anlar. Negri’nin sözleriyle; “bu
durumda, kapitalist üretim tarzı hegemonik olmakla kalmaz, emek sürecinin
kapitalist biçimi var olan tek biçim haline gelir. Bütün toplum devasa bir
fabrikaya dönüşür ya da daha doğrusu, fabrika bütün topluma yayılır… Bu durum
kendisini toplumsallaştırmış olan sermayeye toplum üzerindeki hegemonyasını ve
sömürüdeki çıkarını gizleme ve böylece kendi fethini genel çıkarın parçasıymış
gibi geçiştirme olanağı sağlar” (A. Negri, 2006 :242). Burada dikkat çekilmesi
gereken iki konu var, birincisi sermayenin doğrudan egemenliği, ikincisi bu
egemenliğin kendini sunma ya da meşrulaştırma biçimi. Birincisi; modern sanayi
toplumunda Marx’ın öngördüğü türden sermayenin toplumsallaşması ya da toplumun
fabrikalaşması gerçekleşmemiştir. N.Poulantzas, G.Arrighi vb.lerinin analizleri
göstermektedir ki, Batı’nın sanayileşmiş ülkeleri için bile sermeyenin emek
üzerindeki gerçek boyunduruğu aşaması sanayi toplumunda yoktur. Üstelik süreç
eskide kalanın çözülüp dağıldığı ve yeninin egemen olduğu bir evrim şemasına
göre değil, eski ve yeni üretim ilişkilerinin birlikteliği her momentte
yeniden, farklılaşarak ve yaygınlaşarak ortaya çıkmaktadır. Öyle ki Deleuze ve
Guattari de bu mekanizmayı görmüş olmalılar ki şöyle diyorlar: “Ufukta daima
öznel devletler için bütünleyici ve imleyen rolünü oynayan bir İmparatorluk
vardır. Ve II’den III’e, varolan iç bağ küçümsenecek gibi değildir; çünkü
sanayi devrimleri tam gerçekleşir, topik kesişmeler ve kodsuzlaşmış akımların
büyük birliği arasındaki fark o kadar azdır ki, kapitalizmin tarihinin her
kavşağında doğup, yok olup, yeniden canlanıp durduğu izlenimi ediniriz… Üçüncü
dönem modern devletler mutlak imparatorluğu yeniden oluşturur, yenilerler”
(G.Deleuze-F. Guattari 1993:92). Fakat aynı anda bu devletler de -aşağıda
değineceğimiz gibi- küresel sermaye tarafından şirketleştirilirler. Deleuze’ün
tezi bir yanıyla G.Arrighi’nin momentlerle ilgili, bir yanıyla da Negri’nin,
‘İmparatorluk’ tezleriyle uyuşur bir belirlemedir. Aslında bugün küreselleşeme
momentinde, sermayenin gerçek boyunduruğu tam gerçekleşmiş olmasına rağmen,
sanayi üretimi dahil eski üretim biçimlerinin kutsallaştırma ve kölelik
ideolojileri büyük ölçüde yeniden şekillenmiş ve yaşam tarzlarının metalaşması
süreci tarafından temellük edilmiş durumdadır. Öyleyse sermayenin gerçek
boyunduruğu Marx’ın dediği gibi üretim tarzlarının geçiş diyalektiği açısından
değil, yine Marx’ın dediği gibi sermeyenin toplumsallaşması, yani tüm topluma
yayılmış olması ve tüm hayatı ticaretin nesnesine dönüştürmüş olmasıyla
anlaşılabilir. Ayrıca sanayi toplumu bütün toplumu fabrikalaştıramamıştır, bu
süreçten eski üretim tarzları bir yana, mevcut yapı içinde -örneğin bilginin
ticarete değil ideallere bağlı üretimi, buna bağlı olarak üniversiteler; hatta
sosyal devlet iddiasının gereği olan sağlık, eğitim; işgücünün yeniden
üretiminin gereği olarak sosyal kurumlar vb.’den kentlerdeki kamu kullanımına
tahsisli mekanlar ve alanlara kadar bütün bunlar- sermayenin biçimsel
boyunduruğu dışında kalan alanlar olarak olmuştur. Ya da Marx’ın bahsettiği
anlamda, yani çözülmekte olmaları anlamında bile olsa sanayi toplumunda
sermayenin biçimsel boyunduruğu söz konusudur. Oysa bugün, post çağda (hayatın
bütünüyle ticarileştiği çağda) mutlak anlamda gerçek boyunduruk vuku
bulmaktadır -hiçbir dolayım kalmamıştır. Sermayenin gerçek boyunduruğu üretim
süreci açısından değil, bizzat dolaşım sürecinin (hayatın) metalaşması
sonucunda anlaşılmakta ve yaşanmaktadır. Sağlık, eğitim, beslenme, su, doğa
vb.’den (eskiden işgücünün yeniden üretimi için söz konusu olan ve ‘kamusal
hizmetler’ denen tüm kalemlerden), akıl ve ruh sağlığını ilgilendiren
psikolojik süreçlere (bunlarla ‘işlem yapan’ reklamlar dahil aşağıda
inceleyeceğimiz dinin ve görüntünün tahakkümüne dek) her şey dolaşım nesnesidir
ve her şey sermayenin gerçek boyunduruğu altındadır. Sermayenin böylesine neredeyse
mutlak toplumsallaşması tam da sermayenin (somutta şirketlerin) doğrudan
egemenliğini mümkün kılar ve küreselleşmenin genel kapitalist sömürü sürecini
tanımlar. Bu sürecin net ve tartışmasız çıktısı modern kurumsallıkların ve
bunların en başında da ‘devlet’in gereksizleşmesidir. Deleuze ve Guattari’ye
kulak verelim: “Akımlar, (yalın emek, serbest sermaye) yersizyurdsuzlaşma ve
kodsuzlaşmanın kapitalist eşiğine geldiğinde, dolaysız biçimde ekonomik hale
gelen kazanımı sağlamak için ayrıca bir hukuki ve politik egemenliğe, Devlete
ihtiyaç kalmadığı düşünülür. …Bütün hükümetlerin kararlarını dinlemenin, fiili
süpranasyonal bir gücü oluşturan, çokuluslu evrensel bir organizasyon
şekillendiren, devletin denetiminden kurtulan, sınırlar ve dolaşımlar boyunca yol
kat eden ve adına vatansız denebilen müthiş bir para kütlesinin tablosu
çizilebilir” (G. Deleuze-F. Guattari, 1993:83). Bu bize dünyasal bir egemenlik
tablosu çizmektedir. Bu ‘müthiş para kütlesi’ Marx’ın dolaysız üretim sürecinde
sermayenin gerçek tahakkümü aşamasına gelmesinin zorunlu koşulu ve göstergesi
olarak vazettiği sermaye büyüklüğünü resmeden bir ifadedir. Bugün çokuluslu ve
çok kutuplu dünyasal egemenliğin devletleri gereksiz kıldığı, sermayenin artık
devlete ihtiyacının kalmadığı bir aşama olarak küresel neoliberal bir çağı
yaşıyoruz. Finansal egemenliğin devletler üzerindeki ‘geçerli etki’si nedir? Bu
soruya Poulantzas’ın son derece öğretici şu perspektifini paylaşarak yanıt
verelim. “Devlet sistemi ve aygıtlarının yeniden-düzenlenmesi yoluyla, küçük
burjuvazi, siyasal bakımdan egemen bir sınıf haline asla
gelmeksizin, yönetici sınıf durumuna geçer ve devlete sahip
çıkan sınıf olmakla işe başlar”-abç– (Poulantzas,
1980:89). Poulantzas’ın faşizm analizinde başat bir rol oynayan bu tanım, bize iki
şey söylüyor; birincisi devletin yeniden düzenlenmesi durumunda yönetici sınıf
‘siyasal bakımdan egemen bir sınıf haline asla gelmeksizin’ yönetime
geçer. Küresel sermayenin (aslında politikayı, hukuku, ulusal orduları
lağveden, ortadan kaldıran) egemenliği karşısında ulus devletler asla egemen
olamazlar. İkincisi 2011 Türkiye’sinin totaliter iktidar tipini ve
kapitalist toplumsal ilişkiler üzerinde tayin edici rol oynayan bir politik
kapasite olarak siyasal islamı tanımlar. Bu iktidar tanımında vurgulamak
istediğim asli unsur ‘siyasal bakımdan egemen bir sınıf haline asla gelmeksizin yönetici sınıf durumuna geçme’
tespitidir. Bu, bugün sermayenin doğrudan egemenliği dediğimiz küresel süreç
içinde, Türkiye özelinde siyasal islamı asla politik
olarak egemen hale gelemeyecekleri (üstelik işlevlerinin, küresel egemenliği
tesisi etmek adına burjuva demokrasisinin kurumlarını ortadan kaldırmak olduğu)
gerçeğinin apaçık ifadesidir.
Şimdi
G. Arrighi’nin bu üçüncü -finansal sermaye- momentinin içsel sınırları konusunda
net olmadığını yukarıda belirttim. Bir öngörü şu olabilir, çok uluslu finansal
sermayenin çok kutuplu dünyayı düzenleme yeteneğine bağlı olarak devletleri ne
ölçüde ve ne kadar bypass edebileceği belli değildir. Devletlerin, yok olma
karşısında direnç göstermeden tarihten silinmeleri pek olanaklı görünmüyor. O
zaman bu üçüncü momentin içsel sınırının, tam da devletlerin dirençleri ve
hatta geri dönüşleri olacağı söylenebilir. Konumuza dönersek bugün
sermayenin doğrudan egemenliği altında modern devletin ve kurumlarının
gereksizleştiği (ticarileştiği) bir ilişkiler sistematiği, bir üretim tarzı ya
da bir toplumsal formasyon oluşturur mu? Başka deyişle küreselleşme dinamikleri
altında yaşanan hayat bir ‘toplumsal hayat’ mıdır? Ya da yaşamakta olduğumuz
yaşam biçimi, bir biçim midir? Günümüzü anlamanın temelinde yer alan bu
soruların yanıtını, Marx’ın Kapital I Cilt,
8. bölümde verdiği ‘ilkel birikim’ bölümünün özet bir okumasıyla arayacağız.
hç