1.1. Bu soruşturmaya, aslında katı bir teolojik alan
dışında nadiren tematize edilmiş olsa da, Batı toplumunun küresel düzenlenmesi
ve gelişimine dair belirleyici etki yaratan bir paradigmanın soykütüğünü
yeniden inşa etme çabasıyla başlayalım. Göstermeye çalıştığımız tezlerden biri,
birbiriyle Hıristiyan teolojiden türeyen çatışmalı fakat işlevsel olarak
ilişkili geniş bir konuşma alanına sahip iki politik paradigma: egemen
iktidarın aşkınlığını tek tanrı üzerinde bulan politik teoloji, ve bu
aşkınlığın yerini, hem insan yaşamı, hem de kutsal yaşamı katı anlamda politik
olmayan, içkin bir yerli düzen olarak kavrayan oikonomia ile
değiştiren, ekonomik teoloji. Politik felsefe ve modern egemenlik teorisi, ilk
paradigmadan türemiştir; modern biyopolitika, ekonomi ve yönetimin mevcut
zaferine kadar her yönüyle toplumsal hayat ikinci paradigmadan türer.
Araştırma
esnasında açık hale gelecek nedenlerden ötürü, M.S. 2. ve 5. yüzyıllar arasında
sınırsız gelişme gösteren ekonomik teolojinin tarihi, terimin kesin anlamında
unutulmaya mahkum edildiği ölçüde sadece düşünce tarihçileri değil aynı zamanda
teologlar tarafından da karanlıkta bırakılmıştır. Böylece hem Aristotelesci
ekonomiye genetik akrabalığı hem de muhtemelen hayvan ekonomisi (economie
animale: ev yasaları ekonomisi) ve on sekizinci yüzyıldaki politik ekonominin
doğuşuyla bağlantısı tartışılmadan kalmıştır. Bu baskının, tedirginliğin
nedenlerini araştıran ve üreten olaylara geri dönme girişimi olan bir
arkeolojik araştırmanın yapılması bugün daha çok bir ihtiyaçtır.
Her ne
kadar oikonomia sorunu, kilise babaları üzerine sayısız monografide mevcut olsa
da, Gerhard Richter’in bu çalışmanın tarihsel kısmı tamamlandığında
yayımlanan Oikonomia üzerine çalışması yayımlanıncaya kadar bu temel teolojik temanın
genel bir çalışmasından yoksundum. Marie-jose Mondzain imgesi, sekizinci ve
dokuzuncu yüzyıllar arasında meydana gelen gelenek karşıtı tartışmalarda bu
kavramın implikasyonlarının analizini ekonomiyle sınırlamıştır. Hatta
Richter’in, -başlığına rağmen- dilsel-filolojik olmayan teolojik yönelimli
kapsamlı çalışmasından sonra bile biz hala Wilhelm Gass’ın kullanışlı ancak
eski moda çalışmasını “Das patristische Wort oikonomia” (I874) ve Otto Lillge’nin Das patristische Wort
“oikonomia” Seine Geschichte und seine Bedeutung (I9ss), çalışmasını tamamlayan uygun bir sözlüksel analizden
yoksunduk.
Muhtemelen,
en azından teologlar söz konusu olduğunda, bu tuhaf sessizlik sadece
Trinitarian dogmanın bir tür pudenda
origo‘su olarak görülecek bir şey karşısındaki mahcubiyetleriyle
ilgilidir (Gerçekten de, Hıristiyan Üçleme inancının en azından bütün
anlamlarda ilk temel formülasyonunun kendini başlangıçta “ekonomik” bir aygıt
olarak sunduğunu söylemek şaşırtıcı olmaz). Bu kavramın düşüşü, göreceğimiz
gibi, onun farklı alanlara nüfuz etmesi ve yayılmasıyla birlikte Thdentine kanonlarının ona gösterdiği dikkat eksikliğiyle ifade ediliyor:
sadece kırmızı harflerle yazılmış bir yahudi satırı; De
dispensatione (dispensatio, dispositio [mizac] ile birlikte
oikonomia’nın latince tercümesidir) et mysterio adventus
Christi. Modern protestan teolojide, oikonomia sorunu yeniden ortaya çıktı, fakat sadece, tam tersi doğru olduğu
halde, Heilsgeschichte temasının belirsiz ve muğlak
bir habercisi olarak: “kurtuluş tarihi” teolojisinin büsbütün indirgeyici ve
kısmi kaldığı çok daha geniş bir paradigma yeniden başlatıldı. Bunun sonucu,
1967’de Oscar Cullmanns’ın Oikonomia‘sının
yayımının altmışbeşinci yıldönümünü kutlayan bir Festschrift’in yayımlanması
mümkün oldu. Heilsgeschichte als Thema der Theologie’de oikonomia terimi otuzaltı katılımcıdan
sadece birinde görüldü.
1.2. 1922’de Carl Schmitt kitap gibi bir tezle
teolojik-politik paradigmayı kapsül halinde verdi “modern devlet teorisinin
bütün önemli kavramları teolojik kavramların laikleştirilmiş halidir” (Schmitt
2005, p. 3 6). İkili bir paradigma hakkındaki varsayımımız doğruysa, bu ifade
geçerliliğini kamu hukukunun sınırlarının ötesine, tam da insan toplumlarının
yeniden üretici yaşamı düşüncesi ve ekonominin temel kavramlarına kadar
genişletecek şekilde dönüştürülmelidir. Bununla birlikte, ekonominin
laikleştirilmiş ekonomik bir paradigma olabileceğine yönelik tezler teolojinin
kendisinden geriye dönük olarak işler, çünkü başlangıçtan itibaren teoloji
insanlık tarihini, kutsal yaşam ve bir oikonomia olarak,
yani teolojinin bizzat ekonomik olduğu oikonomia olarak
tasavvur etti ve bu daha sonraki bir zamanda basitçe laikleşme aracılığıyla
olmadı. Bu açıdan bakıldığında, sonunda tanrı imgesinde yaratılan canlı
varlığın kendisi sadece politika değil ekonomi yeteneğiyle meydana çıktığı, ya
da, başka deyişle, tarihin nihai olarak ‘politik’ değil ‘,’idari,’ ve
‘yönetsel’ bir sorun olması belki bir hiçtir fakat ekonomik teolojinin
mantıksal sonucudur. Aynı şekilde, klasik hiyerarşinin tuhaf bir tersine
çevrilmesiyle, evanjelik mesajın merkezinde bir bios değil
bir zoe aio nios yatar, bu kesinlikle basit bir
sözlüksel gerçeğin ötesindedir. Hıristiyanların sahip çıktıkları ebedi yaşam
nihai olarak polis‘inki değil oikos‘un paradigmasında yatar. Taubes’in ironik
deyişlerine göre, teolojik hayat kendisini daima “teozooloji”ye dönüştürme
aşamasındadır (Taubes, p. 41).
“Laikleşme”
teriminin anlamı ve implikasyonlarının ön hazırlık olarak açık kılınması daha
da acil hale geldi. Bu kavramın modern kültürde stratejik bir işleve sahip
olduğu iyi bilinmektedir, yani bu anlamda “fikir politikası” kavramı gibi,
“fikirler alanında egemen olmak için kavga edenler zaten her zaman bulunur”
(Lubbe, p. 20). Bu, katı anlamda hukuksal laikleşme -dindar insanın dünyaya
dönüşüne işaret eden (laikleşme) terimi on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sında
rahiplerin iyilerine el koyma üzerinden devlet ve kilise arasındaki çatışmanın
şiarı haline geldi- ve bu onun metaforik kullanımı için de eşit derecede
geçerlidir. Max Weber çalışmanın kapitalist etiği olarak Püriten çileciliğin
laikleşmesine dair ünlü tezlerini formüle ettiğinde, teşhisinin görünürdeki
tarafsızlığı, dünyanın büyüsünün çözülüşü için sahte peygamberlere ve
fanatiklere karşı verdiği savaşın, mücadele içindeki işlevini gizleyemez.
Benzer değerlendirmeler Troeltsch için de yapılabilir. Bu bağlamda Schmittci
tezlerin anlamı nedir?
Schmitt’in
stratejisi, belirli bir anlamda, Weber’in tam tersidir. Weber için laikleşme
modern dünyanın teolojisizleşme ve büyüsünü yitirme sürecinin bir boyutuyken,
Schmitt için bu tersine, modernitede, teolojinin ululanmış bir biçimde mevcut
ve etkin olduğunu gösterir. Bu, modernite ve teoloji arasında tözsel bir
özdeşliği ya da teolojik ve politik kavramlar arasında mükemmel bir anlam
özdeşliğini zorunlu olarak ima etmez, daha çok politik kavramları işaretleyen
ve onları kendi teolojik kökenlerine gönderen özgül bir stratejik ilişiyle
ilgilidir.
Başka
deyişle, laikleşme bir kavram değil Melandri’ci (Melandri, p. XXXII) ve
Foucault’cu anlamda bir imzadır, yani, bu tür bir işaret ya da kavramın yeni
bir kavram ya da yeni bir anlam oluşturma semiyotiğini terk etmeden belirli bir
yoruma ya da alana geri gönderilen bir işaret ya da kavram içinde belirtilen ya
da aşılan bir şey. İmzalar, kavramlar ve işaretleri semantik anlamda yeniden
tanımlamaya gerek duymadan, bir alandan başka birine (kutsaldan din dışına, ve
tersi) taşır ve ikame eder. Felsefi geleneğe ait birçok sözde-kavram, işaretlerin
yorumlanmasına kalıcı bir yön veren yaşamsal ve belirleyici bir stratejik işlev
kazandırma anlamında, Benjamin’in dediği türden ‘gizli endeks’ler gibi çalışan
imzalardır. İmzalar farklı zaman ve alanları bağladıkları ölçüde, sanki, saf
tarihsel unsurlar gibi çalışır. Foucault’nun arkeolojisi ve Nietzsche’nin
soykütüğü, (ve hatta farklı bir anlamda, Derrida’nın yapısökümü ve Benjamin’in
diyalektik imge teorisi bile) fikirlerin ve kavramların tarihinde paralel
çalışan ve onlarla karıştırılmaması gereken imza bilimidirler. İmzaları
algılayamıyor ve hareketlerini ve ikamelerini izleyemiyor olsak bile, onlar
düşünce gelenekleri içinde çalışırlar, salt kavramlar tarihi, bazen, tümüyle
yetersiz kalabilir.
Bu
anlamda, laikleşme modernitenin kavramsal sistemi içinde, geriye, teolojiye
göndermeli imza olarak çalışır. Tıpkı, hukuk yasasına göre laikleştirilmiş
rahip bir zamanlar ait olduğu dini düzenin işaretini giymek durumunda olduğu
gibi, laikleşmiş kavram da kendi geçmişini teolojik alana ait bir imza gibi sergiler.
Anlaşılma biçimi teolojik imzayla işleyen referans her defasında
belirleyicidir. Böylece, ilk kez tarihselliği ve dünyeviliği içinde insan
dünyasına açılan laikleşme aynı zamanda Hıristiyan inancın özgül bir
performansı olarak anlaşılmış olabilir. Teolojik imza, burada, dünyanın
laikleşmesini ilahi oikonomia’ya ait olarak tanımlayan bir tür göz yanılması (trompe
l’oeil) olarak işler.
1.3. 1960’ların ikinci yarısında, Almanya’da
laikleşme sorunu hakkında Hans Blumenberg, Karl Lowith, Odo Marquard ve Carl
Schmitt’in farklı düzeylerde katıldıkları bir tartışma yaşandı. Tartışma,
Lowith’in 1953 yılında yayınlanan Weltgeschichte und
Heilsgeschehen başlıklı kitabında ileri sürdüğü, hem Alman
İdealizmi’nin tarih felsefesi hem de Aydınlanma’nın ilerleme düşüncesinin bir
hiç olduğu, fakat Hıristiyan eskatolojisi ve tarih teolojisinin laikleşmesi
olduğu doğrultusundaki tezlerden kaynaklandı. Her ne kadar “modernliğin
meşruiyetini” savunan Blumenberg, aslında yorumcular (Carchia, p. 20)
tarafından zekice belirtilen laikleşme kategorisinin gayrimeşru karakterini
kararlılıkla onaylasa da, -ki, bunun sonucunda Lowith ve Schmitt iradelerine
rağmen kendilerini aynı tarafta buldular- anlaşmazlık az ya da çok bilinçli bir
biçimde gerçekte söz konusu olan laikleşmeyi değil fakat tarih felsefesini ve
onun öncüllerini oluşturan Hıristiyan teolojisini gizlemek için kışkırttı.
Görünüşte tüm düşmanlar onlara karşı güçlerini birleştirmişlerdi. Lowith’in
köstek olduğu ve Alman idealist felsefesinin bilinçli bir yeniden başlatıcısı
olan kurtuluş eskatolojisi bir laf kalabalığı olsa da teolojik paradigmanın
uçsuz bucaksız bir boyutuydu ki, tamamen araştırmaya niyetlendiğimiz
ilahi oikonomia ve onu bastırma tartışmasının temelini
oluşturuyordu. Hegel, dünyanın akılcı yönetimi üzerine tezlerini tanrının
inayetli planının teolojik öğretisiyle eşdeğer olarak konumladığında bunun
mükemmelen farkındaydı ve kendi tarih felsefesini bir tanrıbilim (teodise) olarak sundu (“Dünyanın tarihi […], ruhun
etkin bir hale gelişidir[…] bu Tanrının tarih içinde haklı kılınması, gerçek
Tanrıbilimdir). Daha açık bir ifadeyle, kendi vahiy felsefesinin sonucunda,
Schelling, felsefesini teolojik bir oikonomia figürüyle
özetledi: “Antik teologlar akratos teolojisi
ve oikonomia arasında ayrım yapıyorlardı. İkisi
birlikteydiler. Belirtmek istediğimiz şey bu yerel ekonomi (oikonomia) sürecine yöneliktir.”(Schelling, p. 3 25).
Aslında ekonomik teolojiyle böyle bir bağıtlanmanın bugün Schelling’in
ifadelerinin anlamını bizim için tamamen anlaşılmaz kılmak gibi umulmadık hale
gelmesi felsefi kültürün çöküşünün bir işaretidir. Bu çalışmanın amaçlarından
biri, Schelling’in şimdiye kadar ölü bir mektup olarak kalmış olan ifadesini
tekrar anlaşılabilir kılmaktır.
Schelling’in
örtük olarak ima ettiği, teoloji ve oikonomia arasındaki, Tanrı ve onun eylemi
arasındaki ayrım, göreceğimiz gibi, Eusebius’dan Kalkedonyalılara
(İst.Kadıköylülere!) kadar Doğu teolojisinde temel önemdedir. Schelling’in
doğrudan kaynakları, dindar çevrelerde yapılan oikonomia kavramının kullanımına
dayandırılır, özellikle Bengel ve Oetinger gibi yazarların Schelling üzerinde
etkili oldukları artık iyice belgelenmiştir. Yine de, Schelling’in kendi vahiy
felsefesini, Tanrının varlığına kişilik ve eylem kazandıran ve böylece onu
“varlık sahibi” kılan ilahi ekonomi teorisi olarak düşünmesi çok önemlidir
(Schelling, p. 172). Bu açıdan bakıldığında o, Paul’den (Ephesians 3:9)
teolojik ekonomi öğretisinin kökeninde yatan “ekonominin gizemi” pasajını
alıntılar:
Paul,
eonlar için söylenmiş fakat şimdi İsa’da tezahür eden bir Tanrı Planı’ndan
bahseder: İsa’nın görünüşü aracılığıyla tezahür etmiş olan İsa ve Tanrı gizemi.
Bu noktada vahiy felsefesinin biçimleri mümkün hale gelir. Bu mitoloji gibi
zorunlu bir süreç olarak değil fakat tamamen özgür bir biçimde, özgür bir
iradenin eylemi ve kararı olarak anlaşılmalıdır. Yeni bir vahiy aracılığıyla,
ikinci bir yaratılış vuku bulmuştur; ve bu tamamen özgür bir eylemdir
(Schelling, p. 253).
Başka
deyişle, Schelling ontolojide mutlak ve kadim-olan özgürlüğü ortaya koyarken onu
teolojik oikonomia öğretisinin tamamlanması ve kaldığı yerden yeniden başlaması
olarak anlar.
1.4. 1935 ve 1970 arasında, Erich Peterson ve Carl
Schmitt’in -farklı biçimlerde,”vahiysel karşı devrim” tanımı verebilen iki
yazarın (Taubes, p. 19)- tek bir anlaşmazlığı vardı. Tuhaflık sadece iki
hasımla ilgili değildi, her ikisi de katolikti ve ortak teolojik önvarsayımları
paylaşıyorlardı, fakat, aslında yukarıda sözü edilen iki tarihi ayıran uzun
sessizlikte görüldüğü gibi hukukçunun yanıtı tartışmayı açan teologun ölümünden
on yıl sonra formüle edilmişti. Ayrıca, bu yanıt, onu sonuçlandıran Nachwort
tarafından gösterildiği gibi, laikleşme üzerine son dönem tartışmaların işaret
fişeğiydi. Yine de, “Peterson tarafından atılan “Parthialı ok” (Schmitt 2008a, p.
32) Schmitt’in etine saplanmış olmalı ki, Schmitt’in Politische Theologie II‘deki sözlerine göre, gecikmiş
yanıtın içeriği ‘yaranın yırtılmasını önlemeyi’ amaçlıyordu” (ibid). Bu
tartışmada söz konusu olan şey Peterson’un tereddütsüz söz konusu ettiği,
politik teolojiydi. Fakat, laikleşme tartışmalarıyla olup bitenler gibi, bu sefer
açıkça ortaya çıkan çıkar başka bir şeyi gizledi, aydınlatmak durumunda
olduğumuz, harici ve çok daha berbat bir şey.
Her
teorik çalışmada -ve belki her insani çalışmada- söylenmeyen bir şey vardır. Bu
söylenmeyene yaklaşan ve ima yoluyla onu açığa çıkarmaya çalışan yazarlar
olduğu gibi bazıları da sessiz kalmayı seçer. Hem Schmitt hem Peterson bu
ikinci kategoriye girerler. Tartışmalarda gizlenen şeyin ne olduğunu anlamak
için biz bu söylenmeyeni açığa çıkarmaya çalışacağız. İki hasım muarız, ortak
bir teolojik kavramı paylaştılar, bunlar “kateçontik” (“Catechontic”) olarak
tanımlanabilir. Katolikler gibi, İsa’nın ikinci gelişine dair eskatolojik
inançlarını itiraf etmekte başarısız oldular. Ancak, ‘Selanikliler’e atıfla,
ikisi de (Schmitt açıkça, Peterson örtük olarak) eskatonu, yani dünyanın sonu
ve Krallığın avdetini durduran ve erteleyen bir şey olduğunu iddia ettiler.
Schmitt için bu erteleyici unsur İmparatorluk’tur; Peterson için, Yahudilerin
İsa’ya inanmayı reddetmeleri. Hukukçu ve teolog ikisine göre de, insanlığın
şimdiki tarihi bu nedenle Krallığın ertelenmesi üzerine kurulmuş geçici bir
aradır. Yine de birine göre bu gecikme Hıristiyan İmparatorluğunun egemen
gücüyle örtüşür (“Dünyanın sonunu durdurmayı kısıtlayan inanç, bütün insanlık
olaylarının eskatolojik bir felce uğradığı fikri ve Alman Krallarının
Hıristiyan imparatorluğunun muazzam tarihinin anıtı gibi duruşu arasındaki tek
köprüyü sağlar”[Schmitt 2003, p. 60]). Diğerine göre ise, Krallığın
ertelenmesi, Yahudilerin Kilisenin tarihsel varoluşunun dayanaklarını
değiştirme başarısızlığı yüzündendir. Peterson 1929’da kilise üzerine yaptığı
çalışmada bizi bu konuda kuşkuda bırakmaz: Kilise sadece “Rab tarafından
seçilmiş insanlar olarak Yahudiler, Lord’a (İsa’ya) inanmadıkları”(Peterson
1994, p. 247) için var olabilir ve, bunun sonucu olarak da, dünyanın sonu yakın
değildir. Peterson, “Bir kilise olabilir”, “sadece, İsa’nın gelişinin hemen
gerçekleşmeyeceği, başka deyişle, somut eskatolojinin ortadan kaldırıldığı ve
onun yerine son şeyler öğretisine sahibiz önvarsayımı üzerine” yazar.
Böylece,
tartışmada gerçekten söz konusu olan şey politik teolojinin kabulü değil, fakat
“somut” eskatolojiyi ortadan kaldıran ya da erteleyen güç, katechon’un kimliği
ve doğasıdır. Fakat bu Hem Schmitt hem de Peterson için can alıcı önemde olan
şeyin nihai olarak tam da kurtuluşa yönelik tarih felsefesinin
etkisizleştirilmesini ima eder. Oikonomia‘nın ilahi
planının İsa’nın gelişiyle tamamlanmaya ulaştığı noktada, eskatonu erteleme gücüne sahip olan bir olay (Yahudilerin,
Hıristiyan imparatorluğuna dönüşmede başarısız olmaları) gerçekleşti. Somut
eskatolojinin dışarıda bırakılması tarihsel zamanı, her diyalektiğin iptal
edildiği ve Büyük engizisyoncunun üzerinden izlediği dolayısıyla parousia‘nın (İsa’nın ikinci gelişinin) tarih içinde
üretilmediği, askıya alınmış bir zamana dönüştürür. Peterson ve Schmitt
arasındaki tartışmanın anlamını kavramak, aynı zamanda, ikisinin de zımnen
işaret ettikleri tarihsel teolojiyi kavrama anlamına gelecektir.
Peterson’ın
kilisenin varoluşuyla ilgili iki varsayımı (parousia’nın gecikmesi ve
Yahudilerin din değiştirme başarısızlığı) tam da Peterson’un temsilcisi olduğu
özel katolik anti-semitizminin özgüllüğünü tanımlayan bağlantıya yakından
bağlıydı. Kilisenin varlığı kendini sinagogun dayanıklılığı üzerine kurmuştur.
Yine de “tüm İsrail kurtarılacak” (Romans II.’2 6) ve kilise Krallığın yolunu
açmak zorunda olduğu için, İsrail de yok olacaktır (‘Kutsal Kilise’ makalesi
Loisy’nin ironik cümlesiyle açılır: ‘Jesus annonçait le royaume et c’est
l’Eglise qui est venue’). İki varsayım arasındaki bu temel bağlantıyı
anlamadıysak, Troeltsch’de 1925’de zaten söylenmiş olan “eskatolojik büro” nun
gerçek anlamını da anlayamayız. (“eskatolojik büro bugün çoğunlukla kapalıdır,
çünkü onun temellerini oluşturan düşünceler köklerini kaybetmiştir” Troeltsch,
p. 36). Kilise ve İsrail arasındaki bağlantı sorununu radikal olarak ortaya
koymak da dahil olmak üzere eskatolojik büronun yeniden açılışı çetrefilli bir
sorundur. Kendini Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin kesiştiği tek yerde konumlayan
Benjamin gibi bir düşünürün, eskatolojiyi çekincesiz uygulayan Moltmann and
Dodd’u gözetme ihtiyacı duymadan, eskatolojiden çok messianizmi konuşmayı
tercih etmesi şaşırtıcı değildir.
1.5. Peterson kendi argümanına Metafizik L Kitabını, “Yani, Aristoteles
teolojisini adlandırmak için kullandığımız inceleme” (Peterson 1994, p.25)
tamamlayan Homeros dizesini (İlyada, 2, 204) alıntılamakla başlar: “Dünya kötü
bir şekilde yönetilmemeli. ‘çokluğun üstünlüğü iyi değildir; bırakalım bir
(egemen) olsun’ “. Peterson’a göre, bu pasajda söz konusu edilen husus,
Platoncu düalizmin ve özellikle de, Speusippus’un birden fazla ilke teorisinin
eleştirisi ve bunun karşısına Aristoteles’in doğanın kötü bir trajedi gibi bir
dizi olay yoluyla değil tek bir ilkeye sahip olmakla oluşturulduğunu
düşündüğünü koymaktır.
Her
ne kadar ‘monarşi’ terimi Aristotels’de henüz bu bağlamda görünmüyorsa da,
anlamının mevcut olduğunu vurgulamak durumundayız, bununla birlikte, tek bir
nihai ilkenin tek gücünün (mia arche) bu gücün
tek nihai sahibinin (archon) gücüyle örtüştüğü ilahi
monarşide anlamsal bir ikiyüzlülük (duplicity)
kesinlikle zaten mevcuttur. (Ibid.)
Bu
yolla, Peterson Aristocu teolojik hareketsiz hareket (mutlak ve içerik /
mutlak, içerikte ikamet edemez) paradigmasının Yahudi ve Hıristiyan çevrelerde
monarşi iktidarının teolojik-politik doğrulanmasını izlemenin bir şekilde ilk
örneği olduğunu ileri sürer. Peterson’un sonradan kısaca çözümlediği,
görünüşte-Aristoteleci De Mundo incelemesi,
bu anlamda, Yahudilerin Kutsal monarşi kavramı ve klasik politika arasında bir
köprü oluşturur. Aristoteles’de Tanrı, ordularına önderlik eden bir stratejist
gibi dünyaya yol gösteren herhangi bir hareketin aşkın ilkesiyken, bu
incelemede, sarayının odalarına gizlenmiş monark, iplerle bağlı kuklalarını
oynatan kuklacı gibi dünyayı hareket ettirir.
Burada
ilahi monarşinin imgesi bir veya daha fazla ilkenin olup olmamasıyla değil,
fakat daha çok tanrının kozmozda eyleyen güçlere katılıp katılmadığı
problemiyle belirlenmiştir. Yazar şunu anlatmak ister: Tanrı kozmozda eylediği
önceden varsayılmış bir güçtür, fakat tam da bu nedenle o bir güç (dynamis) değildir. (ibid., p.27)
Peterson,
Schmitt’e sunduğu değerli mottoda formüle edilen bu ilahi monarşi imgesini
özetler, “Le roi regne, mais il ne gouverne pas (Kral hüküm sürer fakat
yönetmez)”(ibid.)
Politik
teoloji gibi bir şey ilk kez açıkça Philo’yla teokrasi biçiminde ortaya çıkar.
Philo’nun dilini çözümleyen Peterson politik teolojinin açıkça Yahudi tarzında
bir yaratım olduğunu gösterir. Teolojik-politik problem Philo’da “bir Yahudi
olma koşulunun somutluğu içinde” koyutlanır (ibid., p. 30).
İsrail
tek halkın tek bir ilahi monarşi tarafından yönetildiği bir teokrasidir. Sadece
tek halk ve sadece tek Rab […] Ancak tek Rabbın sadece İsrailin değil fakat
aynı zamanda kozmosun tek kralı olduğu verilidir, tam da bu nedenle bu kozmik
kral tarafından yönetilen tek halk -“Rab tarafından en sevilen halk”- bütün
insanlığın vekili ve elçisi haline gelir (Ibid., pp. 28-29).
Philo’dan
sonra ilahi monarşi kavramı Hıristiyan Apologları tarafından ele alınır ve
Hıristiyanlığı savunmak için kullanılır. Kısa bir incelemede Peterson, Justin,
Tatian, Theophilus, lrenaeus, Hippolytus, Tertullian, ve Origen’i bu bakış
açısından okur. Fakat sadece hukukçu teolog Eusebius’la -ya da İmparator
Konstantin’in teolojik peruğunun kuaförü, Overback’in zehirli şakasıyla –
Hıristiyan bir politik teoloji kapsamlı bir biçimde formüle edilmiştir.
Eusebius İsa’nın bütün ulusların koruyucusu olarak dünyaya gelişi ve Agustus’un
küresel bir emperyal gücü tesis etmesi arasında bir tekabüliyet görür.
Augustus’tan önce, insan demokrasiler ve tiranlıklar çokluğu arasında, poliarşi
içinde yaşıyordu, ancak “Lord ve kurtarıcı ortaya çıktığında ve aynı zamanda
onun gelişiyle birlikte, İlk Romalı Agustus, ulusların kralı olmuş, çoğulcu
poliarşi dağılmış ve barış tüm dünyayı kaplamıştı” (Eusebius, Commentary on the Psalms, 71, in PG, 23).
Peterson, Eusebius’a göre, Agustus’la başlayan sürecin Konstantin ile nasıl
tamamlandığını gösterir. “Konstantin, Licinius’u bozguna uğrattıktan sonra,
politik monarşi restore edildi ve aynı zamanda, ilahi monarşi güvence altına
alındı […] Dünya üzerindeki tek kral,
Cennetteki tek krala ve nomos ve Logos‘un tek hakimine
tekabül eder (Peterson 1994, p. 5 0).
Peterson,
Eusebius’ın neslini, John Chrysostom, Prudentius, Ambrose, ve Jerome’dan
Orosius’a kadar takip eder, zira onlar için küresel İmparatorluğun birliği ve
tek Tanrı’nın kusursuz vahyi arasındaki paralellik tarihi yorumlamanın anahtarı
haline gelmiştir:
“Aynı
yılda, Sezar’ın yazgısı Tanrı tarafından pek çok gizem için yazıldı ve
imparatorluğun her ilinde bir nüfus sayımı yapılması emredildi. O zaman Tanrı
bizzat bir erkek olarak görüldü, ve bir erkek olmak istedi. O zaman İsa doğdu:
doğumundan kısa süre sonra Roma nüfus sayımı esnasında kaydedildi” [ … ]
zamanla, kendini açığa çıkarmaya karar verdiğinde, krallığın bu birliğini tesis
eden tek Tanrı, herkes tarafından sevildi ve korkuldu: her yerde aynı yasalar
egemen oldu, bu yasalar tek tanrıya tabi olanlara hükmeder. (Ibid. , p. 5 5)
Bu
noktada, ani bir geri dönüşle, Peterson Arianizm tartışmaları sırasında ilahi
monarşinin teolojik-politik paradigmasının Üçleme teolojisinin gelişimiyle
birlikte çelişkiye düştüğünü göstermeye çalışır. Üçleme’nin izleri dogmasının
ilanı, bu bakış açısından, “bir politik sorun olarak tektanrıcılığın”in
zayıflamasıdır. Sadece -kitabın yeniden inşasının ithaf edildiği- iki sayfada
politik teoloji tamamen yıkılmıştır.
İlahi
monarşi öğretisi, pax Augusto yorumunun Hıristiyan eskatoloji karşısında
başarısız olmak durumunda kalması gibi, Triniter doğma karşısında başarısız
olmalıydı. Bu yolla, sadece politik bir sorun olarak monoteizm ortadan kalkmış
ve Hıristiyan inanç Roma imparatorluğu ile olan bağlarından koparmış değil,
fakat aynı zamanda herhangi bir “politik teoloji”den ayrılmayı da üretmiştir.
“Politik teoloji” gibi bir şey sadece Yahudilik ya da Paganizm alanında var
olabilir (Ibid., pp. 58-59).
Kitabın
aşağıdaki gibi okunduğu sonucuna varan not (sanki bütün inceleme bu not
dolayısıyla yazılmış gibidir):
Bildiğim
kadarıyla “politik teoloji” kavramı Carl Schmitt’in Politik Teoloji’si
(Mtinchen, 1922) yoluyla literatüre girdi. Onun o sıradaki özet düşünceleri
sistematik olmaktan uzaktır. Burada “politik teoloji”nin teolojik olarak
imkânsız olduğunu somut bir örnekle göstermeye çalıştık (age., p. 81).
Eusebius’un
tek bir küresel imparatorluğun gelişiyle dayanışma, poliarşinin sonu ve tek
gerçek Tanrı’nın zaferi üzerine tezleri ile Negri ve Hardt’ın Komünizmin zafer
yolunun taşlarını döşeyen ulus devletlerin tek bir küresel kapitalist
imparatorlukta aşılmasına yönelik tezleri bazı benzerlikler gösteriyor. Ancak
Constantine’in teolojik kuaförünün açık bir taktiksel anlamı antagonist değil,
fakat Konstantin’in küresel gücü ve Kilise arasında bir ittifak etkisi yaratsa
da Negri ve Hardt’ın tezinin anlamı kesinlikle aynı şekilde anlaşılamaz, ve
böylece söylenen en azından gizemli kalır.
1.6. Dördüncü yüzyılın Kapadokya ilahiyatçısı Gregory
Nazianzus’dan bir pasaj, Peterson’un argümanında önemli bir stratejik rol
oynamaktadır. Peterson tarafından sağlanan etkili özete göre Gregory,
Trinitarian dogmaya “tek bir kişinin monarşisi” için “üçlü Tanrı’nın
monarşisi”ne karşı “nihai teolojik derinliğini” kazandırdı:
Hıristiyanlar
[. . . ] kendilerini Tanrı’nın monarşisinde tanırlar; Elbette bu kesinlikle
Tanrıdaki tek bir kişinin monarşisi değil, çünkü bu iç bölünme [Zwiespalt] mikrobunu taşır, fakat üçlü Tanrı’nın
monarşisidir. Bu birlik kavramı insan doğasında bulunamaz. Bu gelişmeyle
birlikte, politik bir sorun olarak Tektanrıcılık teolojik olarak ortadan
kaldırılır. (Ibid.,PP · 57-58)
Bununla
birlikte, Schmitt, gecikmiş cevabında, Peterson’un analizinde karşıt olan bazı
sonuçlara ulaşmak adına aynı pasajı kullanması gariptir. Hukukçuya göre,
Gregory Nazianus, Trinitarian öğretinin (Schmitt 2008a, s.123) çekirdeğine bir
çeşit iç savaş teorisi (“gerçek bir politika teolojik devrimi”) getirdi, ve bu
şekilde, yine de dost/düşman karşıtlığına geri dönecek bir teolojik-politik
paradigma kullandığı söylenebilir.
Üçlü
teolojinin ayrıntılarının ilahi monarşinin herhangi bir politik-teolojik
kavramlaştırılmasını ortadan kaldırmak için başlı başına yeterli olduğu
düşüncesi sonuç olarak, açık değildir. Tertullian hakkında konuşan Peterson,
Hristiyan Apologlarının, Üçlü teolojiyi, valilerin ve bakanların vasıtasıyla
tek gücü kullanan bir imparator imajıyla uzlaştırma girişimlerini uyandırır. Fakat
Gregory Nazianzus’un söylevinden, Peterson’un eli boş çıkmış bir biçimde
aktardığı pasaj bile, uygun bağlamına oturtulduğunda, delil niteliğinden yoksun
görünür.
Bu
metin, normalde “teolojik” olarak adlandırdığımız beş özellikten oluşan bir
grubun parçasıdır, çünkü bunların tamamı, Üçlü üzerine incelemede gerçek bir
tez oluşturmaktadırlar. Nyssa’lı Gregory, Kayseri Basil’i ile birlikte Gregory
Nazianus’un en büyük temsilcileri olduğu Kapadokya teolojisi, son Arian ve
Homoousian direnişlerinin ortadan kaldırılmasıyla ve nihai olarak 381 yılında
Konstantinopol Konsül’ünde oluşturulmuş üç farklı tanrısal ilke içinde tek bir
töz öğretisinin hazırlanmasıyla uğraşmıştı. Homoousia kavramında ima edilen
şey, üç tanrısal ilke (Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) savunusunu tanrıya ilişkin
monarşi anlayışına adapte etme meselesiydi. Bu uzlaşmanın zorluğu ve paradoksal
doğası, burada söz konusu edilen ve Peri Yiou başlıklı
“Oğul Hakkında”ki Gregory metninde apaçıktı. Peterson tarafından aktarılan
pasaj bu bağlamda anlaşılmalıdır:
Tanrı
ile ilgili en kadim üç görüş Anarşi, Poliarşi Monarşidir. İlk ikisi Hellas’ın
çocuklarının sporudur ve öyle olmaya devam edebilirler. Çünkü anarşi düzenin
olmadığı bir şeydir, ve poliarşi iç savaşa [stasiodes] benzer,
ve bu yüzden anarşiktir ve dolayısıyla düzensizdir. Bu eğilimlerin her ikisi
için de aynı şey geçerlidir, yani düzensizlik; ve bu dağılmadır çünkü
düzensizlik dağılmanın, çözülmenin ilk adımıdır. Fakat Monarşi bizim onurla
tuttuğumuz şeydir. Bununla birlikte, Monarşi bir kişiyle sınırlı değildir,
çünkü birlik için savaş varsa kendisinin [stasiazon pros heauto]
çoğunluğun koşulu olmaya başlaması mümkündür; fakat doğanın eşitliği, zihnin
birliği ve hareketin kimliğinden ve birliğin kendi unsurlarına kavuşmasından
oluşan, yani yaratılan doğa için imkansız olan, sayısal açıdan ayrı olmasına
rağmen Özün ayrılması hiçbir şekilde söz konusu değildir. Böylece bütün
sonsuzluğa sahip olan Birlik, hareket yoluyla İkiliğe ulaştı ve o ikametini
Üçlemede buldu. Baba ve Oğul ile Kutsal Ruh’un anlamı budur. Baba Begetter [gennetor] ve Emitter [proboleus]’dir;
elbette tutkusuz, ve zamana başvurmadan ve bedensel bir tarzda değil […]
(Gregory of Nazianzus, Select Orations, XXIX, 2, p. 301)
Gregory’nin
burada (özellikle de Aryanlar ve Monarşi yanlılarıyla hararetli tartışmalara
yol açan, kutsalın türemeyen karakterine karşıtlık içinde Oğulun türeyişiyle
ilgili olan) üçlemenin neredeyse bedensel ve daha somut ilahi tözün birliğinin
metafizik terminolojisiyle düşündüğü açıktır. Bu amaçla Gregory, Peterson’un ayarlamasının
kolaylıkla politik (ya da teolojik-politik) olarak tanımlayabileceği metaforik
bir kayıt düşer: Gerçekte bu, hipostazların (ilahi ilkelerin), her iki taraf
için de öldürürcü bir savaşa, Tanrı’nın durmasına yol açmadan, üçlemeye
eklemlenmesini düşünme meselesidir. Tam da bu nedenle, Stoik terminolojiyi
serbestçe kullanan Gregory üç hipostazı tözler olarak değil, fakat tek bir
tözle ilişki içinde (pros ti pos echon) ya da varlık
modları olarak kavrar (ibid., r6, p. 3 07). Ve yine de, o bu çabasının
yetersizliğinin ve uzun bir antinomik figürler listesi aracılığıyla Oğulun
olağanüstü yetenek gösterisiyle hitabettiği sonucuna varmanın yetmezliğinin
tamamen farkındadır. Bununla birlikte, Gregory, vaktiyle kurulan terminolojik
bir geleneği takiben, bütün oryantasyonu yorumlamanın anahtarını sağlar; o
bunun sadece “doğa söylemi ve ekonomi söylemi” arasında Tanrı’yı ayırt etmeyi
öğrenmiş olmakla doğru bir biçimde anlaşılabileceğini iddia eder [tis men physeos logos, tis de logos oikonomias]
(ibid.,18, p. 308). Bu Peterson’un alıntıladığı pasajın bile ancak bu ayrım
ışığında okunabileceği anlamına gelir. Peterson’un bu noktada sessiz kalması
hiç şaşırtıcı değil.
Başka
deyişle, Gregory’de “ekonomi”nin logosunu üçlüyü Tanrıdaki parçalanmadan,
politikadan ya da staziolojik bir açığa çıkıştan korumak için özel olarak
tasarlamıştır. Hatta monarşi bile bir iç savaşa neden olabildiği ölçüde içsel
bir durgunluktur, sadece bu bizi tehlikeye karşı koruyabilen politikadan
ekonomik bir rasyonaliteye (açıklayacağımız bir anlamda) yer değişimidir.
1.7. Peterson’un yukarıda ilahi monarşinin
teolojik-politik paradigması soykütüğünde aktardığı yazarlara genel bir bakış,
hem metinsel hem de kavramsal bir bakış açısından, “ekonomi söylemi”nin
Monarşininkiyle sıkı sıkıya örtüştüğünü göstermektedir, bunun Peterson’da
yokluğu aslında bilinçli bastırma gibi bir şey olduğunu anlamamıza izin verir.
Tertullian bu anlamda paradigmatik bir vakadır (fakat, göreceğimiz gibi,
Justin, Tatian, Hippolytus, Irenaeus vs. hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz).
Şimdi, Peterson’un, apologların geleneksel ilahi monarşi ile üçlemeyi
uzlaştırma çabalarının analizini başlatan Adversus Praxean metninden aktarımına
odaklanalım:
“Monarşiye”
diyorlar “tutunduk”: Latinler bile bu sesi öyle ifade ettiler ki, ve o kadar
ustalıklı bir modaydı ki, bunu telaffuz ettikleri ölçüde monarşiyi
anladıklarını düşünüyorlardı (Tertullian ‘s Treatise Against Praxeas, 3, 2, pp.
132-133)
Alıntı
burada bitiyor, ancak Tertullian’ın metni şöyle devam eder:
Ancak
Latinler “monarşiyi” haykırmaya niyetliyken, Grekler ekonomiyi anlamayı
reddederler [sed monarchiam sonare student Latini, oikonomian in tellegere
nolunt etiam Gmecz] . (Ibid. , p. 133).
Bunun
hemen öncesinde Tertullian,
Basit
insanlar, cahil ve düşüncesiz değildirler derim [ … ] sadece, tek bir Tanrı’ya
inanmaları gerekirken, henüz ekonomide utangaç olan onun oikonoma‘sı ile birlikte ona inanmaları gerekirken bunu
anlamazlar [unicum quidem (d eum) sed cum sua oeconomia]. Üçlemenin talimatı ve
çokluğunun birliğin bölünmesi olduğunu iddia ederler (Ibid. , 3, I, p. 132).
Peterson’un
iddialarının dayandığı üçlü dogma anlayışı bu nedenle “ekonomi dili”nin
başlangıç anlayışını gerektirir. Politik teoloji ile ilgili olarak iki
dost/düşman arasındaki tartışmada gerçekten neyin söz konusu olduğunu tespit
edebileceğiz, ancak bu logosların tüm eklemlenmelerine ulaştıktan sonra.
Eşik
Schmitt
ve Peterson arasındaki bağlantılar iki yazarın açığa vurmaya yatkın
olduklarından çok daha karmaşık ve girifttir. Schmitt, eserinde Peterson’a ilk
kez 1927 tarihli Volksentscheid und Volksbegehren makalesinde
başvurur; bu başvuru, Peterson’un Hıristiyan ayinin erken yüzyıllardaki
oybirliği ile seçim hakkındaki, Schmitt’in “temel-köken” olduğunu düşündüğü,
doktora teziyle ilgilidir. Fakat burada bile, iki yazarın paylaştığı şey,
göreceğimiz gibi, bölünmelerinin tohumlarını taşır.
Tektanrıcılık
üzerine 1935 tarihli kitabının kısa ve göze çarpmayan önsözü, iki yazar
arasındaki uyuşmazlığın gerekçelerini olduğu kadar yakınlıklarının nedenlerini
de açık bir biçimde özetlemektedir. Peterson’un “Hıristiyanlar için yalnızca
-yahudilik, putperestlik, tek tanrıcılık ve çok tanrıcılığın ötesine
yerleştirilmesi gereken- üçlü tanrı inancına dayanan bir politik eylem
olduğunu” hatırlatmasına karşı, Hıristiyan inancının tek tanrıya indirgenmesi,
sonuç olarak Aydınlanmayla temsil edilmiştir. Bu noktada, önsöz, Hıristiyan
politik teolojinin “teolojik imkansızlık” olduğuna dair kitabın son tezlerini
daha hafif bir tonlamayla ilan eder: “Burada, kendi tektanrıcılığına yönelen
bir politik teolojinin içsel olarak problematikleştiğini tarihsel bir örnekle
göstereceğiz” (Peterson 1994, p. 24) .
Burada
belirleyici olan şey, Schmittci paradigmanın eleştirisinden çok daha ötede
tezlerin üçleme öğretisinin Hıristiyan politikanın tek mümkün temeli olduğu
doğrultusunda telaffuz edilmesidir. Her iki yazar da politikayı Hıristiyan
inancı üzerine kurmak ister: fakat Schmitt için politik teolojiyi seküler
anlamda bir politika tesis ederken, Peterson’un sözkonusu ettiği “politik
eylem”, göreceğimiz gibi, ayindir/liturgy (“kamusal
pratiğin” etimolojik anlamına bir geri dönüş).
Gerçek
Hıristiyan politikasının ayin olduğu ve üçleme öğretisinin politikayı
meleklerin ve azizlerin görkemli ibadetine katılım olarak kurduğu
doğrultusundaki tezler şaşırtıcı görünebilir. Gerçek şu ki, Schmitt’in “politik
teolojisini”, Peterson’un hıristiyan “politik eylem”inden ayıran dönüm
noktasının uzandığı yer tam da burasıdır. Çünkü Schmitt politik teolojiyi
katechon gibi davranan Hıristiyan İmparatorluğunun seküler gücü (potenza) olduğu kadar gerçek anlamı içinde tesis eder.
Öte yandan, Peterson için, ayinsel eylem olarak politika, dünyevi kentle olan
her tür kimliklenmeyi reddeder (“Batı’nın her tinsel ve politik dönüşünde
kendisini görünür kılan” Augustine adına yakarması, bu gerçeği doğrular):
ayinsel eylem olarak politika, eskatolojik görkemin kültürel beklentisinden
başka bir şey değildir. Bu anlamda, laik güçlerin eylemi, teolog için,
eskatolojik bakımından ilgisizdir: katechon olarak eyleyen şey politik bir güç
[potere] değil, sadece Yahudilerin dönüşmeyi
reddetmesidir. Bunun anlamı Peterson için (fakat onun konumu burada kilisenin
önemli bir bölümününki ile çakışır), Tanık olduğu tarihi olaylar -Dünya
Savaşlarından totaliterliğe, teknolojik devrimden atom bombasına- teolojik
açıdan önem taşımaz. Hepsi fakat biri hariç: yahudilerin yok edilmesi.
Krallık’ın
eskalolojik gelişi, ancak Yahudilerin dönmelerinden sonra somutlaşıp
gerçekleşecekse, o zaman, Yahudilerin imhası Kilisenin kaderi ile ilgisiz
olamaz. Peterson, 6 Ekim 1943’te binlerce Romalı yahudinin imha kamplarına
sürülmesinin Pius XII’nin suskunluğuyla gerçekleştiğinde, muhtemelen
Roma’daydı. Peterson’ın, o anda, yahudilerin hayatta kalma ya da ortadan
kaybolmalarında Kilisenin hem varlığını hem de faaliyetini bağlayan teolojik
tezlerin korkunç belirsizliğinin farkında olup olmadığını kendimize sormak
meşrudur. Bu belirsizliğin üstesinden, muhtemelen sadece katechon’un ilahi
ekonomi ve onun görkemiyle kökensel ilişkisine dönmesi halinde gelinecektir.
Şubat 2017
Çeviren:
hç
Kaynak: Giorgio Agamben, The Kingdom and the Glory:
for a theological genealogy of economy and government (Homo Sacer II, 2),
translated by Lorenzo Chiesa (with Matteo Mandarini). Stanford University Pres,
Stanford, California. 2011.