“Soruşturulan tarihsel alanın
parçası olmayan bir kendinde norm yoktur, olamaz. Normlar, politik
mücadelelerden önce gelen şeyler değildir; aksine bu mücadelelerin içinde inşa
edilirler.”
Güçler
temelinde mücadele yerine normlar temelinde müzakere politikasının egemen
olabilmesi için, güçler temelinde mücadelenin politik aktörleri olan ‘taraflar’
ın ortadan kalkması ve yerine, eskiden taraflardan birini oluşturan egemen olan
tarafa uluslararası ortakların katılımıyla oluşan partnerler arası müzakerenin
ikame edilmesi gerekir. Ancak bu durumda ‘taraflar’ arası mücadeleden
‘partnerler’ arası müzakereye geçilebilir. İşte bu noktada bir tek sorun vardır
o da tam da bu partnerler arası müzakere modelinin egemen olmasını engelleyici
ve rahatsız edici bir unsur olarak eskiden (sözde sayılan) ‘taraf’ olan
sayılmayanlar kitlesinin (işsizler, işçiler, köylüler, kalabalıklar)
kendilerini hala saydırmaya uğraşmalarıdır. Başka deyişle yeni liberal düzenin
en temel sorunu artık (modern öncesinde olduğu gibi sonrasında da tekrar)
sayılmayanların kendilerini saydırma mücadeleleridir (Bu mücadelenin koşulu,
sayılmayanların öncelikle kendi kendilerini sayılan olarak saymaları gerekir ki
saydırma gibi bir dert ortaya çıksın, asıl sorun budur ama şimdi bununla
ilgilenmiyoruz). Peki sayılmayanlar kendilerini nasıl saydırmaya
çalışabilirler? Her tür özcülüğe (sayılmayanları saymamayı meşru kılan
normlara) karşı mücadele veren sol bir politik tasarıdan başka bunun yolu
yoktur. Öyleyse ana hedef böyle bir sol tasarıyı daha doğumunda yok etmek,
doğduysa da boğmaktır. Bunun en kestirme yolu, özcülüğe dayalı sol görünümlü
solculuğu (evrensel özcülük solculuğunu) sol diye piyasaya sürmektir. Argümanı
da hazırdır: evrensel insan hakları, yasalar, ahlak, hukuk vb. normatif düzen
talebi. Fakat bu talep, maddi koşullarda yaratılacak değişimle de desteklenmek
zorundadır. Başka deyişle özcülük karşıtı bir sol politikanın varolabilmesinin
koşulu, emek ve eyleminin değeriyle toplumun oluşumuna katılan (dolayısıyla da
politik aktör olma konumu kazanan) kitlelerin varlığı olduğuna göre, bu varoluş
tarzı maddi olarak saf dışı bırakılmalıdır. Yani neo-liberalizmin egemenlik
koşulunun yapısal işsizlik olmasının anlamı budur. Toplumun oluşumuna -emeği ve
eylemiyle katılımı imkânsız kılmak (işsizliğe karşı mücadelenin stratejik
olarak küreselleşmeye karşı mücadele olması da bu yüzdendir). Yapısal işsizlik
koşullarında, emeğin ve eylemin oluşumuna katılmayacağı bir toplumun inşası
diye bir sorun da kendiliğinden ortadan kalkar. Çünkü bu emek ve eylemin
‘tarafı’, cesametiyle bizzat toplum olduğundan emeğin ve eylemin hükümsüz
kalışı toplumu da hükümsüz kılar. Küreselleşme; sınıflar, kesimler, toplumlar,
devletler üzerinden değil bizzat belirli öznellikler (elitler, memurlar ve
STK’lar) üzerinden işlemektedir. Bu öznellikler ‘toplumsal’ olmadığı gibi
işlevleri de toplumsal değildir (küreseldir), kısaca topluma ihtiyaçları
yoktur. Bu durumda da yeni etkileşim ağı politikasının çözmeye yöneldiği sorunlar,
emeğin ve eylemin sorunları dolayısıyla toplumun sorunları olamaz. Onun çözmeye
yöneldiği sorunlar, hem emeği ve eylemiyle katılmaya çalışanlara (yani
sayılmayanlara) hem de onların bu yolla oluşturdukları kendi varlık koşullarına
(yani topluma) ihtiyacı olmayan etkileşim ağının, bu katılım ve toplum
inşasıyla mücadele dışında bir sorunu ve sorun algısı yoktur. Kısaca toplumsal
olan her şey sorundur. Küresel olan her algı ve bakış, toplumsal olan her şeyi
(yok edilmesi gereken) sorun olarak algılar. Bu da şu anlama gelir ki,
etkileşim ağı politikasının icraatı, sadece hem emek ve eylemin topluma
katılımını (yani istihdam yaratıcı bir ekonomiyi) engellemek, hem de buna zemin
oluşturacak özerk ve egemen bir erkin (özerk ve egemen devlet yapısının) varlığını
ve varlığının devamını engellemektir. Bunun olumlu ifade edilişi şöyledir:
emeğin ve eylemin katılımını ve pay almasını mümkün kılan yapıların (egemen ve
özerk devlet, sendikalar ve köylü örgütlenmeleri, kooperatifler, gerçek mesleki
ve demokratik kitle örgütleri) etkileşim ağı partnerlerine karşı duruşlarını
totalitarizm olarak adlandırıp, kendi partnerlerinin işlev ve çıkarlarının
ifadesi olan küresel normların savunuculuğunu da bu totalitarizm karşısında
özgürlük mücadelesi olarak adlandırmaktır. Bu durumda da çözülmesi gereken
sorun, toplumsal sorunlar üst başlığı altında yoksullukla, işsizlikle mücadele,
sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik ve kamu yararı adına faaliyet değil, tam
tersine bu sorunların çözümünün koşulu olan yapıyı yok etmek adına azınlıklar
sorunu, kimlik sorunu, kamu reformu, kültürel hak ve özgürlükler sorunu, iç ya
dış odakların toprak, tazminat ve siyasi hak ya da mahalli egemenlik talepleri
vb. İşte etkileşim ağı için çözüm bekleyen temel sorunlar bunlardır. Sorun
algısının değişimi derken anlatmak istediğim de budur. O halde emeğin ve
eylemin sorunlarının çözümünün koşulu olan özerk bir egemenliğin bu taleplere
direniş göstermesi dışında etkileşim ağı için başka aşılacak temel sorun
yoktur. Peki mevcutta sayılmayanların varolma taleplerinin sahibi politik bir
tasarım var mıdır? (Siz yanıtlayın). O zaman (tam da yanıtladığınız anda) bu
sorun algısındaki değişimin bir gereği olarak, emeğin ve toplumun sorunlarını
çözmenin koşullarını savunmak ve düşünmek totalitarizm, tam da bu koşulları
ortadan kaldıran küresel normların savunusu ise özgürlük mücadelesi adını alır.
Özetle etkileşim ağı için, küreselleşmenin (kendisinden özerk tüm varlık ve
varoluşları) tasfiyesine karşı çıkan her şey ve herkes totaliterdir,
milliyetçidir, teröristtir, yabancıdır, marjinaldir, vb. Müzakere temelinde
‘etkileşim ağı’ politikasının cisimlenişi budur.
Şimdi
bu cisimlenişin, insanların kendi çıkarlarına uygun olduğu insanlara nasıl
anlatılacak, insanlar buna nasıl inandırılacaktır? Çok açık; bütün bu işleyişi
meşru kılan, onu haklılaştıran bir özün, bir normun evrensel geçerli olduğunun,
nesnel olduğunun, medeniyetin ölçüsü olduğunun ileri sürülmesi ve insanların bu
evrensel özün hakikat olduğuna inandırılmaları dışında başka bir yol yoktur.
Mutlak olarak yoktur. İşte evrensel değerler, insani değerler ya da batı
değerleri, yasal prosedürler, uluslararası anlaşmalar gibi sihirli deyiş ve
deyimlerin hikmeti bu noktada ortaya çıkar. Başka deyişle, politikanın güç
ilişkilerine değil ahlaki ve hukuksal normlara dayandığına dair iddiayla… Çünkü
bütün bu yeni liberal dönüşümün yegâne meşruiyet kaynağı ya da temeli bu
normların meşruluğudur.
Normlar
üzerinde anlaşmanın bilimsel ya da nesnel bir yöntemi olamaz. Normlar
dünyasındaki değer çoğulluğunu ve göreceliği elimine edecek böyle nesnel ve
kesinleyici bir yöntemi insanoğlu henüz keşfetmiş değil. Peki yeni liberalizmin
yukarda özelliklerini serilmediğimiz ‘etkileşim ağı’ politikasının insanların
yararına olduğuna insanları ikna edecek tek referans normlarsa, normlar da
değer çoğulluğuna tabi ise, anlaşma ve uzlaşma nasıl mümkün olacaktır?
Habermas’ın ‘iletişimsel eylem’ kuramı, insanın iletişimsel etkileşim ve
konsensusa yönelimli oluşunun doğallığına (sanki iletişim aracı olan dil değer
yüklü değil de yalın, nötr bir araçmış gibi) idealistçe bağlı oluşu yüzünden,
üç temel referansa bağlı olarak iletişim kurmanın, anlaşmanın ideal koşullarını
yaratacağını savunur. Bu üç temel referans: olgusal kanıtlar, normatif kanıtlar
ve saygınlık atıflarıdır. Burada, Marksizmde ya da bilimde olduğu gibi bir
gerçekliğe tarihsel, toplumsal ya da rasyonel referansla ulaşılması ve onun
üzerinde fikir birliği sağlanması şeklindeki ‘gerçeklik’e endeksli yöntemsel
model terkedilmiş, yerine iletişimsel etkileşimle sağlanmış olan fikir birliğinin
(konsensusun) geçerliliği endeks haline getirilmiştir. Bu demektir ki doğru
yanlış, gerçek ya da değil fark etmez herhangi bir konuda ne kadar çok insan
fikirbirliğine varmışsa, o geçerlidir. Öyleyse yapılması gereken o konuya
(örneğin evrensel değerlerin meşruluğuna) ne kadar çok insanı inandırır ve ikna
edersek, evrensel değerler o kadar geçerli olacaktır. Gerekli olan da budur.
Yani meşruiyetin kaynağı, gerçeklik değil, ‘geçerlilik’tir. Bu da Habermas’ın
iletişimsel rasyonalite kuramını bir inandırma ve ikna kuramı haline getirir
ki, yeni liberal ‘etkileşim ağı’ politikasının yegâne gereksinimi de budur. Bu
zihiniyeti eleştirmeye kalkan biri ne yapabilir? İşi zordur çünkü eskiden, bir
kuram ya da politikayı empirik ya da olgusal, tarihsel, yöntemsel olarak
yanlışlamak, ya da gerçek olmadığını delilleriyle kanıtlamak yeterdi. Onun
ayrıca geçerli de olmadığını kanıtlamak gerekmezdi. Fakat şimdi öyle değil,
olgusal olarak çürütseniz bile yetmiyor, çünkü olgusal yanlışlık üzerinde
medya, akademi vb.’lerinin sağladığı oydaşma sonucu oluşan geçerliliği de
kırmanız ya da deşifre etmeniz gerekiyor.
Güç
İlişkileri ve Politika
“Düşünceler
arası ilişki bir güç ilişkisidir, egemen düşünce bu ilişki içinde ezilen
düşünceyi tabi kılar ya da marjine sürer.” (Amiens
Savunusu, Louis Althusser)
Antik
Yunan’ın belirleyici özelliği politika ve yönetim biçimleri üzerine önemli bir
literatür oluşturmuş olması ve bunu belli oranda da hayata geçirmiş olmasıdır.
Aynı şeyin Roma’da da izlendiği söylenebilir. Tartışmalar ahlak, değer, yasa,
norm temelinde insanlık tarihi için bugün bile görmezden gelinemeyecek derinlik
ve yoğunluğa ulaşmış, çok önemli düşünürler, kuramcılar, ahlakçıları var
edebilmiştir. Politika, sanat ve retorik üzerine bu denli görkemli olan bu
külliyatın en temel karakteristiği, emeğin rolünü ve aktörlerini, ‘köle’ adıyla
dışarıda bırakmış olmasıdır. Kadın, çocuk, yabancı ve köle olmak üzere, aile ve
toplumsal üretim ve çalışmanın hesaba katılmaması, toplumun oluşumuna
katılanlar yani var sayılanlar arasında var sayılmaması, bugünkü batıyı var
eden geleneğin temelindeki asli unsurdur. Antik Yunan ve Roma’yı burada anmamın
nedeni, günümüzü tartışırken tartışmaların ana karakteristiğinin Antik Yunan ve
Roma’yı neredeyse bire bir tekrar eder bir biçime bürünmüş olmasıdır. Bugün de
politika felsefesi, politikayı -emek ve hayatın üretimini ve onun aktörlerini
neredeyse hiç söz konusu etmeksizin tartışmaktadır. En ateşli tartışmaların
insan özü ve kültürel özler arası savaşa indirgenmiş olması ve bunun da demokrasi
mücadelesi olarak sunulması bu eğilimin en tipik örneğidir. Bu gelenek, hayatın
üretimi yerine yönetimi tartışmaları biçiminde yeniden en görkemli günlerine
dönmüş gibidir. Sanki günümüzde hayat sadece yönetilmekte ama üretilmemektedir.
Oysa bir politika tasarımı en temelde, bir toplumu oluşturan aktörlerin, o
toplumun oluşumunu sağlamak üzere koydukları katkıya denk gelen paylarını,
toplam servetin dağıtımı süreci içinde alabilmeleri anlamında adil paylaşımı
sağlama ve bu yolla birlikte (toplum olarak) yaşamayı mümkün kılma edim, eylem
ve tercihlerine dayanır. Bir anlamda bütün insanlık tarihi, tam da bu adalet
talebinin güç ilişkilerince mi yoksa normlarla mı (yasa ve değerle mi)
belirleneceği tartışması ve savaşının tarihidir.
Konuyu
ayrıntılarından arındırırsak politikanın güç ilişkilerine ya da yasaya
dayanması tartışmasının ilk kez en yoğun ve en çıplak biçimiyle ortaya çıktığı
uğrak Antik Yunan aydınlanmasıdır. Antik aydınlanmayı karakterize eden unsur,
kendilerinden önce daha çok (geleneklerin egemenliğine karşı) doğanın
determinizmi ve onun yasalarının keşfine dayalı (bir anlamda bilimsel)
tartışmalardan ayrılarak, ölçü olarak bizzat insanın ihtiyaç istek ve
arzularının tatminini soru konusu yapan toplum halinde yaşamanın yasalarını
keşfetmeye dönük eğilimin başat hale gelmesidir. Tartışmanın iki kutbunu
(aralarında politikaya dair derin zıtlıklar olan Platon ve Aristoteles başta
olmak üzere) akılcı düşünürler ile Protogoras ve Georgias gibi önemli
düşünürlerin kuruculuğunda gelişen ve sofistler adını alan görececi akım
oluşturur. Doğru, gerçek ya da yasanın, insanlar arasında makul ve mevcut
uylaşımlardan başka bir şey olmadığını ileri süren sofistler için hakikat, bu
uzlaşılmış değerlerin egemen olması için insanların ikna edilmesinden başka bir
şey değildir. Tek gerçek, bu uzlaşımların (ki en temelde ‘gücün yasa olduğu’
uzlaşımı vardır) kendi çıkarlarına uygun olduğuna insanların ikna edilmesi ve
inandırılmasıdır. Doğa (phusis) güçtür ve o da ikna ve inandırmanın bizzat
kendisidir. Ve yasa da bu gücün yasa dediği şeydir. Buradan da inandırma teknik
ve araçlarının kullanımı ve karşılığında da para kazanma yegâne güç biçimi
olarak meşrulaşır.
Bunun
karşısında ikinci kutbu oluşturan akılcı gelenek, yasanın (nomos’un) akılla
(logos’la) temellendirilen bir doğaya (phusis’e) dayanacağını savunur. Ki zaten
insanlığın ilk aydınlanması olarak bilinen şeyi de bu, gücün zorbalığının
karşısına akılcı temellendirmenin konması oluşturur. Bu, gücün yasasından aklın
yasasına geçişin ilk dizgesel ifadesi olan Platon için söz konusu doğa (phusis)
en yüksek iyi, ya da ide adını alan bir hakikattir, Aristoteles için ise bu bir
özdür (ousia). İnsan özü Aristotelesci bağlamda tam da bu doğanın biçim
kazanması, somutlaşması (hayat haline gelmesi) anlamını taşır.
Yasanın
kaynağının güce karşı akıl olması (bugünkü deyimle ‘medenileşme’) konusunda
hemen tüm aydınlanmacı taraflar her zaman hemfikir olmuşlar, ancak bu aklın
yasasının ne olduğu ya da ne olması gerektiğine dair uyuşmazlık tarih boyunca
sürüp gitmiş ve belli bir çözüme de kavuşamamıştır. Nitekim Platon’un Georgias
adlı eseri bizzat bu tartışmaya ayrılmış fakat bir çözüm üretemeden de
bitmiştir. Çünkü tarafların önermeleri son derece güçlüdür. Örneğin Georgias’da
güçlü sofist argümanları dile getiren Kallikles, Pindaros efsanesine
başvurarak, yasanın güçlünün yasası olduğunu iddia eder. Kim güçlüyse yasa onun
yasa dediği şeydir. Pindaros Herkül’ün bir köye girerek besili ve en iyi
sığırları bedelini ödemeden alıp gitmesini gücün adaleti olarak okur ve
Kallikles de Atina’da olan bitenin aynı şey olduğunu iddia eder. İster tiran,
ister demokrasi kim yönetirse onun çıkardığı yasaları yasa olarak öğrenmek ve
itaat etmek zorunda kalan insanlar için bundan daha gerçek bir şey olamaz. O
halde yasa ve hakikat egemenlerin, güçlülerin ‘yasa budur’ dediği şeyden başka
bir şey değildir. Sokrates’in öğrencisi Platon’un bunu kabullenmesi mümkün
değildir. O bu iddianın ‘görünüş’ olduğunu söyler. ‘Görünüş’ olduğunu söylemesi
görünüşü yok sayması, görünüşü reddetmesi anlamına gelmez. Toplum yasalarının
keşfinde ve ilanında görünüşü veri alan yargıya itiraz eder ve doğada geçerli
olan bu (empirik) yönteme dayalı toplum yasası inşasıyla alay eder. Ve bu
görünüşü, (görünüşün değer ve duygulanımlarını) veri alan sanatı da aşağılar ve
kovar. Öte yandan gerçekliği, yani köle ve emek olgusunu ıskaladığı için, nihai
olarak bir ütopya kurar (böylece Sofistler gibi reel politikte yalan
söylemektense, ütopyada dürüst kalmayı seçer) ve aklın yasalarını pratik
yaşamda huy, mizac (hexis) haline getiren (yani erdemle davranan) öznelerin
bilebileceği, herkes için iyi anlamında en yüksek iyiye, yasa ya da hakikat
der. Aslında Platon’un bu ‘iyi’ idesi, önce Roma’ya geçerek (ahlak anlamında
etkin olmuş) oradan da Hıristiyanlığın yayılmasını çok kolaylaştırıcı bir zemin
oluşturmuştur. Kısaca, Sofistlerin (bilgi ve ikna sanatını para ve güce tahvil
eden) ‘ahlakı’ karşısında, ahlakla bilinç ilk kez Platon’da tam özdeş bir norm
olarak birleştirilerek ortaya konmuş olur. Aristoteles ise Platoncu ütopyaya
karşı çıkarak reel politiği gözetir ve daha pragmacı ve mutedil bir ideoloji
ortaya koyar. O, Sofistlere her ne kadar karşı çıksa da onların güç dediği
unsuru (zenginleri) politik erk olarak tanır. Fakat Platon’un erdemi olmadan
bunun bir barbarlık ve tiranlık olacağı gerçeğinden hareketle de demokrasi
tanımına, Platon’un erdeminin temsilcileri olarak kendisi gibi (kökenini ‘Atina
yerlisi’ olmakla meşrulaştırdığı) soyluları dahil eder. Ve politik erkin
zenginler ve soyluların ittifakına dayanması gerektiğini ileri sürerek bunu
insan doğasının, özün bir somutlanışı, cisimlenişi olarak sunar. Bu
tartışmadaki çözümsüzlük Atina’nın yıkımını getiren çekişme ve kavgaların da
nedenidir. Toplumu oluşturan taraflardan birinin varsayılması ve geniş
kitlelerin var sayılmaması hem teorinin iflasını hem de Atina’nın çöküşünü
getirmiş, bu ilk (teorik) demokrasi arayışı da böylece tarihe gömülmüştür.
Benim Antik aydınlanmanın yıkılışına ilişkin ana çelişkinin en tipik ve en özlü
örneği olarak sunacağım kanıt, Elea’lı Zenon’dur (M.Ö. Ykl. 490-430). İki
konuda karar verilmesi gerekiyor, değişim denen şey var mıdır? Başka deyişle, o
gerçekten de bir ‘yasa’ mıdır? Eğer yanıt evet ise, mantıksal çelişmezlikle
gerçekliğin-eylemin ‘çelişik olgular’ olduklarını kabullenmek durumunda
kalırız. Bu durumda da bize sunulan evrensel yasa ve değerlerin nasıl olup da
‘yasa’ olduklarını, yani ‘gerçeklikle çelişmeyen evrensel hakikat’ olduklarını
anlamanın öznel tercih dışında imkânı olmadığını teslim etmek zorunda kalırız.
Zenon’un
örneği basittir. Kaplumbağa ile atletin yarışında, atlet kaplumbağanın yarışa
biraz önce başlamasına izin verir. Kaplumbağa bir mesafe birimi ilerdeyken
koşmaya başlayan atlet kaplumbağayı sonsuza kadar geçemez. Çünkü atlet, önce
kaplumbağa ile arasındaki mesafeyi kat etmek, ona yetişmek zorundadır, fakat
aynı anda kaplumbağa hareket halinde olduğundan bir birim daha ilerler, bu kez
atlet bu kısmı geçmek zorundadır. Atlet bu mesafeyi geçerken kaplumbağa bir
birim daha hareket eder, atlet bu kez de onu kat etmek zorundadır, nihayet
kaplumbağa hareket ettiği sürece atlet aradaki mesafeyi sonsuza kadar geçemez
çünkü bu mesafe ve zaman sonsuza kadar bölünebilirdir. Zaman ve mekânın sonsuz
bölünebilir çokluk olduğunun ve hareketin varlığının kabulü varsa mantıksal olarak atlet
kaplumbağayı geçemez. Öyleyse hakikat ‘bir’dir ve çokluk ve hareket yoktur.
Oysa gerçekte atlet kaplumbağayı geçer ve hareket ve çokluk vardır. Zenon’un
kanıtları öncelikle Sofistlerin her şeyin herkese göre gerçek olduğu savını
(gerçeğin sonsuz sayıda olmasını) ‘mantıksal olarak’ çürütür (norm yoksa eylem
kaostur). Aynı örneğin empirik gerçeklikle çelişmesi ise Aristoteles ve
Platoncu hakikat ya da ‘öz’ kavramının açmazını deşifre eder (eylemi tanımayan
norm zorbalıktır). Zenon’un diyalektiği görececiliğe karşı, Sofistler özelinde,
gerçeğin herkesin kendi gerçeği olarak ele alınması durumunda, sonsuz çokluk
varsayımı nedeniyle, sonsuz çok olan bir gerçeğin varlığı ile yokluğu arasında
niteliksel bir fark kalmayacağından, ortada da ikna olunacak ya da ikna edilecek
bir şeyin olamayacağı itirazının çıkış noktasıdır. Aynı şekilde Zenon’un
diyalektiği, aklın bir olgusu olarak mantıksal çelişmezliğin, ampirik olgu ile
nasıl çeliştiğini göstermesi bakımından da insan doğası (phusis) ve öz (ousia)
gibi mutlak nosyonların açmazını kanıtlar. Kısaca hem ‘bir’ ya da ‘hakikat’
nosyonunun mutlaklaştırılması hem de görececiliğin mutlaklaştırılması toplum ve
politika (politeia) sözkonusu olduğunda mutlak bir açmaza işaret eder.
Teorinin
bu açmazına ilk darbeyi vuran, Roma köle ayaklanmalarının mitik kahramanı
Spartaküs -başka deyişle eylemdir. Ve Spartaküs’den beri de teori karşısında
eylemin de bir ‘değer’i olduğu ve bu değere değer verilmediği sürece adaletin
tesisinin imkânsız olması kadar, ne geçici ne de ‘ebedi barış’ inşasının da
imkânsız olduğuna dair bir öğrenme süreci devam etmektedir. Özün ve
görececiliğin mutlaklıklarının eylemle göreceleştirildiği (hayatın
rastlantısallığının zorunlu olumlandığı) bu milattan sonra, toplumu oluşturan
taraflar içinde var sayılmadıkları halde toplumu oluşturan taraf olarak köleler
ve emek güçleri tüm tarihleri boyunca ‘var sayılmanın’, ‘hesaba katılmanın’
mücadelesini vermişlerdir. Bu mücadele ilk zaferini Fransız devrimiyle elde
etmiş ve Rousseau etkisinde bir ‘toplum sözleşmesi’ ve ‘genel irade’ modeliyle
somutluk kazanmıştır. Burada insanlık tarihinde ilk kez, Antik dönemin bir
kalıtı olan ‘doğa’ (phusis) ya da öz (ousia) nosyonlarının karşısına,
sayılmayanları saymanın bir formülü olarak ‘genel irade’ formülasyonunda
somutlaşan, bir ‘biz’ ya da ‘ulus’ adı altında yeni bir ‘kültürel öz’ ihdası
ile karşılaşırız (bunun mimarı büyük ölçüde Hobbes’la tartışması zemininde
Rousseau’dur). İşte bu tarihten yani Modern aydınlanmadan itibaren artık
elimizde iki tane ‘öz’ vardır. Birincisi Antik kaynaklı olmakla beraber
aydınlanmacı rasyonalist doğa felsefecilerince (Grotius, Hobbes ve daha sonra
J.Locke vb.) restore edilen insan doğası anlamında bir insan özü ve
sayılmayanların -elbette sözde- sayılmalarını mümkün kılan cumhuriyet ve ulus
inşasını meşru kılan kültürel, kimliksel bir öz. Buradaki ‘sözde’ sıfatının
Rousseau için bir haksızlık fakat ulus devlet uygulamalarının tamamı için haklı
ve gerçek bir saptama olduğunu belirtmek istiyorum. Çünkü Rousseau’yu, büyük
ölçüde Aristoteles’in doğa (phusis) nosyonuna, yine onun techné anlayışı içinde
bağlı olan Hobbes’dan ayıran en temel özellik, güç (eylem) ile, hakikat (iyi)
idesinin bireşimi olan Platoncu erdemi bir mizac (hexis, dispositif, habitus)
olarak insan özü haline getirmesi ve bu zeminde bireyin özerkliğini,
sayılmayanların sayılmasının evrensel cisimlenişi olarak görmüş olmasıdır.
Dolayısıyla onun kültür kimlik özü (genel irade) böyle bireşimsel bir insan
özünün (öznel irade olarak özerk bireyin) yansımasıdır. Ve tekörnek etnik
bütünlük (belli bir ırk’a değil) böyle bir öze tekabül eder. Kısaca
Rousseau’nun politik toplum tasarımı neredeyse Platon’un politeia’sının bir
tekrarı ya da revizyonudur. Oysa biliyoruz ki bu kültürel öz (etnik
tekörneklik), tam da güç/iktidar ilişkilerinde fiilen egemen olanların
(burjuvazinin) elinde 19. yüzyıl sonlarından itibaren ırkçı ve faşist bir
karakter kazanmaya başlayacak ve insanlığı savaş, sömürü ve yıkım koşullarına
sürükleyecektir. Öte yandan Hobbes’un tasarımında egemenin mutlak otoritesi,
tam da insan özünün (insan insanın kurdudur) zorunlu olarak cisimlenişidir.
İnsan özünden hareketle apaçık tiranlığı (küresel tiranlığı) selamlayan bu
tahayyülün nihai olarak Aristoteles’in madde form teorisinin tipik bir
revizyonu olduğunu söylemek rahatlıkla mümkündür. Hobbes’un tasarımının da,
Fransız modelinin, John Locke takviyeli İngiliz versiyonu olarak, anglosakson
ulus devlet modeline dönüştüğünü, cumhuriyetci ulus devlet karşısına demokratik
(ya da liberal) ulus devleti koyduğunu hatırlayalım. Kısaca ister kültür-kimlik
özü temelinde Fransız ister insan doğası ya da özü temelinde İngiliz modelleri
olsun bunlar, nihayet öz modelinin mezhepleridirler.
Sorun
şudur, her iki öze bağlı politik tasarımda da sayılmayanların sayılması mümkün
olamamaktadır. Birincisi, İnsan özü zaten mutlak bir hakikat olduğu için
totaliter bir tahayyül ortaya koymakta, gerçekliğin tikel, görece ya da yerel
karakterini (kendi kaderini belirleme hakkını ve özerkliğini) ortadan
kaldırmaktadır. Hobbes özelinde bu, uzlaşmaya dayalı evrensel bir tiranlıktır.
İkincisi yani kültür-kimlik özü ise, hem genel iradenin cisimleşmesinin (kurucu
yasal düzenin), sayılmayanları fiilen egemen kılmayan yapısı nedeniyle sadece
özü temsilen sayması (ulus devlet, sayılmayanları fiilen dışlayarak hukuken
içeri almanın bir modelidir) nedeniyle hem de kendi ‘kültür-kimlik’ özü dışında
başka kültür-kimlik özlerini tanımaması, dolayısıyla fark ve ayrım nosyonlarını
dışlaması nedeniyle, nihai olarak katı bir yapı ortaya koyar. Her iki durumda
da ahlak ya da yasa olarak normun kaynağı özdür (insanın ya da kültürel
kimliğin özü) ve onun cisimlenişi de ancak negatif özgürlüktür; başkalarının
müdahalesinden özgür olma, fakat pozitif değil; kendini belirleme hak ve
fırsatlarında özgür olma.
Peki
Marksizm bu sorunu çözebilmiş midir? Yani yasanın temelinde güç/iktidar
ilişkileri mi, norm mu yer alacaktır? Ya da başka deyişle adalet nasıl
sağlanır? Tarihsel olarak sayılmayanların sayılmasını sağlama konusunda en
büyük ve olgusal başarıyı yakalayan politik tasarının Marksizm olduğu çok
açıktır. O, norm karşısında güç ilişkilerinin (sınıf mücadelesinin) egemen
olduğu bir politik tasarıdır. Ama aynı zamanda bu mücadeleye (eyleme) dair
normları da tarihte ilk kez ortaya koymak durumunda kalan bir tasarıdır.
Örneğin, eylem ancak sayılmayanların (emek ve emekçi sınıfların) çıkarlarını
koruduğu sürece tarihsel olarak etkili ve anlamlıdır. Şimdi bu norm evrensel
bir ahlak normu değildir, ya da bir anayasa veya yasa maddesi de değildir. Şunu
söylemeye çalışıyorum, antikten bu yana sayılanların adalet adına ortaya
koydukları (öz temelli) normlar kendilerini ahlak ya da yasa olarak ifade
etmişlerdir. Oysa şimdi sayılmayanlar egemendir ve sayılanların koyduğu normlar
onları zaten sayılmayan ilan etmek üzere konulduklarından işe yaramazlar, hepsi
ideolojidir ve yanlıştır. O halde eylemden-emekten yana normlar da ideolojidir,
fakat doğru ideolojidir. Bu durumda da adalet, doğru ideolojinin terminolojisi
içinde sınıf çıkarlarına indirgenemez. Çünkü evrensel adalet talebinin, sınıf
politikası ile örtüşme ihtimali yok denecek kadar azdır. O halde insan hakları
ya da evrensel olduğu savunulan benzeri hakların insan özüne dayalı normlar
olduğu ve bugüne dek sayılan (egemen olan) sınıfları saymayı meşrulaştırdığı ve
bunun ötesinde sayılmayan sınıfların tarihsel, toplumsal ve ekonomik
çıkarlarıyla bağdaşmaz olduğu bir veridir. Marks’ın da insan hakları ve
evrensel insan haklarına oldukça mesafeli ve uzak durduğu biliniyor. Peki bu
ahlaki politik hakların yasaya çevirisi olarak hukuka karşı tutum nedir? Orada
da sayılmayanlar başkalarının müdahalesinden özgür olmak (bana kimse
karışmasın, yasa da bunu korusun) anlamında negatif özgürlüğe sahip olmanın
kendileri için hiçbir anlam ifade etmemesi, asıl olanın kendini belirleme hak
ve fırsatlarında özgürlük anlamında pozitif özgürlük olması temelinde, hukuksal
haklar kâğıt üzerinde, soyut ideolojik argümanlardır. Bireysel özgürlükte,
bireyin kâğıt üzerinde soyut haklara sahip olması değil tam da adaletin tesisi
anlamında oluşumuna katıldıkları toplumun toplam servetinden kendi paylarını
almaları anlamında fiili, somut hak ve fırsatlara sahip olma ve kullanma
temelinde insanın kendini gerçekleştirmesi (belirlemesi) esastır. Adaletin
temelinde yer alan eşitlik denen norm, tam da bu pozitif özgürlüğün zorunlu
olarak hâkim kılınması halinde mümkündür. Aksi halde kâğıt üzerindeki soyut
yasal normlar, ancak negatif özgürlükleri (kişinin sahip olduğu şeye
dokunulmamasını) sağlar. Ve negatif özgürlükler fiili düzeyde asgari eşitlik ve
insanın kendini belirlemesi adına hiçbir hak ve fırsat vermez. Sadece fiili
eşitsizliklerin sürmesini garantiler. O sadece hak ve fırsatların kullanımına
müdahaleyi engellemekle ilgilenir, hak ve fırsatları kullanma koşullarını
yaratmakla değil. Dolayısıyla yasal özgürlükler ideolojik argümanlardır ve
yabancılaşmanın ortadan kaldırıldığı koşullarda zaten (dış müdahale
olmayacağından) gereksizleşeceklerdir.
Peki,
bireyin kendini gerçekleştirmesi ya da belirlemesi olarak literatürde yer alan
pozitif özgürlüğün ahlaki temeli nedir? Yani pozitif özgürlüğe sahip bireyin
eylemlerinin ahlaki temeli? Birey bu özgürlüğü kendi arzu ve isteklerini tatmin
yoluyla mı icra edecektir yoksa özgür-özerk iradesine (aklına) bağlı
tercihleriyle mi? Ya da başka bir temel, hangisi? Yabancılaşma teorisiyle,
istek ve arzuların tatmini peşinde koşmanın gayri ahlaki ve yanlış olarak
dışarı atıldığını biliyoruz. O zaman (başka bir kaynağa gönderme olmadığına
göre) eylemlerini irade özgürlüğü-özerkliği, yani aklıyla yaptığı tercihlere
bağlı olarak ahlaklı kılacaktır. Peki bunun Kant’dan farkı nedir? Pozitif
özgürlüğü (yabancılaşmanın olmadığı koşullarda) yaşamayı mümkün kılacak norm
olarak irade özgürlüğü (irade özgürlüğü aklın özgürlüğüdür) Kant’ın kategorik
buyruğu dışında nasıl temellendirilebilir? Bunun Marksizm içinde bir
temellendirilişi yoktur. Dolayısıyla komünist toplum ütopyası temelinde
Marks’ın bireye tanıdığı yerin, Kant’ın tanıdığı yerle çok yakın akraba
olduğunu söylemek mevcudu tespit etmektir. Biliyoruz ki Kant, Rousseau’nun
bireye tanıdığı özerkliği aynen almış ve onu aklın özerkliği olarak ilan
etmiştir. Ahlaki davranışın ilkesi aklın bir ilkesine, ‘kategorik buyruğa’
dayanır. Kategorik buyruk, evrensel insan özünün cisimlenişi olarak bireysel
özerkliğin-özgürlüğün aklıdır. Daha doğrusu akla itaatin biçimidir. Başka
deyişle evrensel insani özün (içeriği değil) biçimidir. Marksizm özelinde
Kantcı kategorik buyruğa (evrensel insan özünün biçimine) itaatten tarihin
yasalarına (evrensel insan özünün içeriğine) itaate geçişin çizgisi son derece
belirsizdir. Her ikisi de determinizm olmak bakımından itaat vazeder, özgürlük
değil. Bir bütün olarak modernizmin totaliter yapısının menşei burasıdır:
normatif norma (kategorik buyruğa) itaat ve tarihsel normlara itaat. Neden
itaat? Çünkü her ikisi de özgürlüğün tek ve mutlak cisimleşme endeksidir.
Uygulamada endeksin payına özgürlük düşer, insanın payına itaat.
Bu
determinizm nasıl meşrulaşacaktır, başka deyişle eylemin ahlaki normu olarak
tarihi gelişim ya da eğilim yasalarına itaat nasıl haklılaştırılabilir?
İdeolojik olarak ya da ‘bilimsel’ olarak? Bilimsel kanıtlamanın mimarı olarak
Althusser’i burada devre dışı bırakıyorum, çünkü Marksist tarih anlayışının
bilimselliğini savunurken o, ilk kez Marks’la ilan edilen tarihin empirik
yasalarını (özellikle de kapitalist ekonomiye ilişkin yasaları) veri aldığı
kaydını ihtiyatla düşer. Ve üstelik bu empirik yasalar bugün de yürürlüktedir
ve geçerliğini sürdürmektedir. Küreselleşmenin ekonominin politika üzerindeki
belirleyiciliğini bizzat ilan ederek kendini meşrulaştırdığı, bugün
sıradanlaşmış bir olgudur. Geriye kalan ideolojik meşruiyettir. Örneğin sınıf
çıkarlarının determinizmi karşısında tekil bireyin hak ve fırsatlarının nesnel
karşılığı (ya da ideolojik meşruluğu) var mıdır? Bunun yanıtı yoktur. Bu
durumda tek yanıt, sınıf çıkarlarının meşruiyet kaynağının nesnelliğine
inanmaktır diyeceğiz. Hatta (Stalinist sapmada görüldüğü gibi) mutlaklık
argümanı devreye girerse, sınıf çıkarlarının nesnelliği karşısında tekil
bireyin özgür-özerk davranışının hiçbir nesnelliği olamaz. Sınıf çıkarlarına
hizmet etmeyen davranışın -ne sanatsal ne ahlaki ne politik ne de törel- hiçbir
meşruluğu (özerkliği) yoktur. Bu tür bir davranış gayri-ahlakidir, norm
dışıdır, sapmadır, yanlış bilinçtir. Peki bu determinizmi haklı kılan evrensel
geçerli, köken ya da kaynak nedir? Marks’ın imdadına Hegel yetişir, o kaynak,
Tarih’dir. Emek-sermaye çelişkisinden tüm sınıf mücadelesi biçimlerine olduğu
kadar normatif ve yasal tüm normlara dek her şey tarihsel gelişim yasalarının
belirlenimi altındadır. Ve bu hakikattir. Hakikate Platon’un ‘iyi’ ya da doğa
felsefecilerinin ‘insan doğası’ demiş olmaları ile Marksizmin ‘tarih’ demiş
olması arasında yöntemsel olarak bir fark yoktur. Mekanizma aynıdır: özcülük.
Marksizm moderndir savının dayanağı da bu özcülüğüdür. Öyleyse şimdi elimizde
üç tane öz olduğunu söyleyebiliriz: antikten gelerek doğa felsefesi tarafından
revize edilen doğa anlayışı temelinde bir ‘insan özü’, ulus devletlerin
inşasıyla hukuksal temsiliyet sistemlerini meşrulaştıran (mutlaklaştırıldığına
ırksal ve etnik sapmalara dönüşen) bir kültürel öz ve eylemin değerini
mutlaklaştıran Tarih adında bir öz.
Postmodernizm
geldi ve bütün özlerin ve bu özleri anlatan büyük anlatıların sonunu ilan etti.
Her şey bu cümledeki kadar basit ve provakatif olsaydı iyi olurdu elbette. Ama
değil, bu ilanı yaparken postmodernizm içinde de birkaç farklı akım ortaya
çıktı. Yani, postmodernizm öyle sanıldığı gibi herkesin hep birden bu özleri
reddettiği anlamına gelen bir hareket değildir. Bunu böyle olduğunu anlamak
postmodernizmin gökten düşmediğini, yukarıda bir anlamda (mecburen)
karikatürünü sunmaya çalıştığım tartışmanın-kavganın bir aşaması olduğunu
anlamak demektir. Yasa nedir? Güç mü, norm mu? Bu soruya verilen yanıtlar
özelinde üç tane öze ulaştığımızı gördük. Fakat başlangıçtaki, yani
Georgias’daki Kallikles’in ortaya koyduğu problem hala çözülmemiş ve
postmodernizm doğrudan Protogoras ve Georgias’ın rövanşı olarak Tarih sahnesine
tekrar çıkmıştır. Bu çıkışı anlamak adına üç ana akımdan söz edeceğim.
Birincisi;
Lyotard, Baudrillard, Feyerabend, Fukuyama ve çok da fazla olmayan benzeri
kuramcılar antik Sofist rövanşının temsilcileridir. Bu ana akım için, her tür
‘anlam’ın statüsü eşdeğerdir, her şey uylaşımdır ve ne olsa gider. Değer
duruşlarının (normatif) çoğulluğunu ve karşılaştırılamazlığını, tüm
çelişkilerine ve kaosa reğmen savunurlar. Aslında bu akımın habercisi ve öncüsü
bir anlamda bilim felsefesi içinde Thomas Kuhn olmuştur. Onun bilimsel
nesnelliği çökerten, göreli, uylaşımsal (paradigmatik) ve karşılaştırılamaz
kesikli gelişim kuramının bilim camiasında yarattığı boşluk hala açıktır ve
bugün nesnel bilimin yıkılarak salt teknoloji (techné) ve salt matematik halini
alışı (ki bilim Antik’de de bundan başka bir şey değildi) tam da bu boşluğu
karşılamaktadır. Belirgin bir savları var mıdır? Hayır. Çünkü yapıma değil
yıkıma endekslidir. Salt özcülük düşmanlığının, belirlenimcilikten radikal
kopuşun partizanlığı… Eskiyi her yönüyle totalitarizm olarak toptan ve bir
bütün olarak damgalamak ve reddetmek. ‘Yeni’yi fetişize ederek dinleştirmek.
İnsanlığın, tarihin, bilimin, felsefenin, ütopyanın, umudun her şeyin sonunu ilan
etmek. İnşasına katılmadıkları, bedelini ödemedikleri bütün yapıları yıkmaktan
haz duyan teorik bir kalkışma. Bir ahlak bu, değer yıkmak ama yeni değerler
yaratmamak suretiyle (değer yaratma misyonunun da sonunu ilan ederek) yıkılan
değerler yerine mevcut güç ilişkilerini, yani makulü (bu anlamda akılcı
olmadıkları söylenemez) koymak. Umarsız, duyarsız piyasa ajanlarını eğitmek.
Tam anlamıyla antik Sofistlerin bir tekrarı. Sadece yıkıcılıkta ve mevcut
güçlerin egemenliğine itaatte anlaşmak, uyuşmak. Lyotardcı dağılmacılığın
‘anlam’ı ‘bana göre’ budur. Ve bu gerçektir. Çünkü onların savunusuna göre
gerçekliğin ölçüsü ‘bana göre’dir. Weber bile politikada herkes kendine göre
anlatır ve çeker gider diyordu. Fukuyama geçenlerde ABD yeni muhafazakârlarının
işkenceci ve faşist uygulamalarının geldiği raddede, ben ‘tarihin sona
erdiğini’ söylerken galiba yanılmışım demek durumunda kalmış (internet
basınından). İronik tabi, çıplak gücün faşist tarihi devam ediyor. Ve
Lyotardcılar için bu zulüm ve zorbalığın anlamı ile özgürlük ve eşitlik
talebinin anlamı eşdeğerdir, aynı satatüdedir. Newyork’daki bir gökdelenin 117.
katında bir garsoniyerdeki bayanın anlam dünyası ile, Irak’da kocası çocukları
gözü önünde parçalanan bir kadının anlam dünyasının değeri, (değer olarak) aynı
statüdedir. Bu ahlaksızlık değildir, bu ahlak yokluğudur. Ahlakın sonudur.
Bütün evrensel değer iddialarına rağmen yeni-liberalizmdeki ahlak yokluğu. Bu
yıkıcılığı anarşizm ya da nihilizm ile karıştırmak büyük bir hata olur. Çünkü
anarşizm de nihilizm de her ne kadar ‘bireysel’ mücadeleye endeksli olmaları
yüzünden yenilgiye mahkûmiyetleri mevcut sistemin zafer hanesine yazılsa da
insanlığın varoluşunu kutlayan, onurlandıran değer ve normların belki de en
anlamlılarını paylaşırlar. Fakat bu dağılmacı (dispersionist) akımın, kimsenin
yarışamayacağı ve alt edemeyeceği bir hitabet, inandırma gücü ve inandırma
araçlarına sahip olduğunu ve zaferi yaşadığını da teslim etmek zorundayız.
Özetle bu akım, (özellikle Baudrillard) özcülüğü ve determinizmi tam da Zenon
gibi mantıksal olarak ve görkemli biçimde çürütür fakat empirik olarak atletin
geçip gitmiş olması hakkında tek laf etmez. Türkiye’de, özellikle medya ve
akademisyen aydınındaki duyarsızlık fetişizmi karşısında sözcüklerin kifayetsiz
kalması biraz da böyle bir şeydir. Lyotard’la Baudrillard’ı çağımızın
Protogoras’ı ve Georgias’ı olarak selamlamak gerektiğini sanırım A. Badiou
söylüyordu. Bize de Türkiye’de bu Kallikles’lerin (uzman aydınların) önünde
şapka çıkarmak kalıyor.
İkinci
ana akım Lyotardcı dağılma karşısında, değer duruşlarındaki çoğulluğun
yaratacağı irrasyonel kaostan aşırı bir tedirginlik, korku hatta savunma
refleksiyle, hayır modernizm bitmedi, (yani özlerin determinizmi devam ediyor),
tersine öylesine ilerledi ki yeni bir aşamaya geçti iddiasına dayanır. Yılanın
kabuk değiştirmesi gibi bir mantığı var bu akımın. Bir yandan eski literatürün
anlatısını yadsır, bir yandan da temelleri (özü ve bu özün cisimlenişi olarak
aydınlanma aklını) koruyarak yeni bir politik gerçeklik inşasına girişir.
Temelde yasanın eylem değil norm (aklın özgürlüğü) olduğu savını Kant’dan
hareketle evrenselleştiren, ancak bu normun Kant’ın kategorik buyruğuyla ya da
insan özü hümanizminin normatifliği ile uygulama mekanizmasına kavuşamayacağı
gerçeği karşısında, normun uygulama mekanizmalarını inşa etmek anlamında
hukuksal ve yasal prosedürler (uluslararası hukuk prosedürleri) ortaya konması
yoluyla güvenceye alınması gerektiğini iddia eder. Dolayısıyla bu hareketin
günümüzde alabildiğine yaygınlaşan kurumsal mekanizmalar anlamında bir ağa
hükmettiğini görmek şaşırtıcı değildir. STK ve NGO’lar başta olmak üzere,
benzeri tüm inisiyatiflerin felsefi ve politik zemini böyle evrensel normları
yasal prosedürlere dönüştürme ve bunu da uluslararası yaptırımlarla donatarak
iç hukukları ortadan kaldırma misyonuna dayanır. Özetle norma dayalı bu politik
tasarı, Küreselleşmenin ulus devletlere son verme stratejisinin uygulama
mekanizması olarak somutlanır. Arsitoyu çok anımsatan bu mutedil (fakat reel
politik) ideolojinin temsilcileri arasında J. Rawls, A. Macintyre, J. Habermas
gibi çağımızın önde gelen politika felsefecileri bulunur. Bu akımın moderne
bağlılığı temelde Kant’a ve Kant’ı sürdüren sosyologlara (Weber, Durkheim ve
Giddens’a) dayandırılır. Yine bu akım içinde yer alan ancak özgül olarak
Amerikan yeni muhafazakârlığına ilham verenler ise, R. Nozick, H.Morgenthau,
(yarattığı çekim gücü ve aura’sıyla sınırlı da olsa) Leo Strauss, R. Nisbet vb.
sayılabilir. Bir de tabi ikinci dünya savaşından sonra burjuvaziye hukuk reçeteleri
sunan muhafazakâr hukuk alimi Hans Kelsen’i unutmamak gerekir. İşte
yeni-liberalizmin hukuksal, politik ve felsefi haklılaştırımı büyük ölçüde bu
kadronun eseridir. Burada ben aralarındaki farklılıkları öne çıkarmaktan çok
paradigmatik ve politik bir birlikten söz ediyor ve bu idealist isimleri bu
anlamda yan yana anıyorum.
Postmodernizmi
aynı şiddette fakat farklı gerekçelerle reddeden bir oluşum olan (akım denemez,
çünkü özgün savları yok), İngiliz menşeli bir grup düşünürü de Moderne bağlı
olanlar arasında saymak gerekir. Modernizmi akıl temelinde değil de, tarihsel
‘öz’cülüğü ve onun determinizmini koruma anlamında tarihsici kaygılarla savunan
bu grup içinde A. Callinicos, P. Anderson, T. Eagleton, N.Geras gibi düşünürler
ve New Left çevresi sayılabilir.
Üçüncü
ana akımı postmodernizmin içinde onun bir dalı olarak saymak büyük ölçüde
yanıltıcı olur. Çünkü felsefi geçmişi tam da Kant ve Hegel’le kavgası özelinde
Nietzsche’ye dek uzanan bu akımı, esas olarak özcülük eleştirisi temelinde
betimlemek mümkündür. Yani Habermas’ın alıkoyduğu aydınlanma aklına karşı,
güç/iktidar ilişkileri temelinde netleşen bir fark. Aslında bu özcülük ile
özcülük karşıtlığı politik rengini kazandığı koşullara, Marksizmin doğuş
koşullarına kadar geriye tarihlenen bir idealizm-materyalizm kavgasının
devamıdır. Öyle ki kavganın şiddetinden birbirinin üstünü başını paramparça
ettiklerinden, postmodernizm onlara yeni elbiseler (yeni bir eleştirel dil)
vermiş olsa da bunlar aynı kavganın aynı aktörleridir. Özetlersek, Marksizm içinde
bir Nietzsche etkisi olarak Troçki’ye dek götürülebilecek bu akım aynı zamanda
Althusser ve onun kuşağı (N.Poulantzas, J. Rancieré gibi) düşünürlerle,
post-yapısalcılıkla, feminizmle post Marksist eğilimlerle örtüşür. O halde bu
hareketin Marksizm varken de determinizm ve özcülük (özellikle de Hegel)
eleştirisi olarak varolduğunu, postmodernizmle başlayan bir akım olmadığını
belirtelim. Postmodernizm özcülük yıkıcılığı ile bu akımın zaten sürdüregeldiği
özcülük eleştirisi buluşmuş ya da örtüşmüştür o kadar. Ama bu önemlidir çünkü
Marksizm içindeyken dışında duruşunu, postmodernist dağılmadan sonra da
sürdürebilmiş, Marksist ortodoksluğun yıkım yazgısını paylaşmamış, ondan kopup
liberal kulvarlara savrulmamış tam tersine Marksizm sonrasını inşa etmenin
olanağını sürdürmüştür. Günümüzde, A. Negri, E. Balibar, J. Ranciere, A.
Badiou, G. Agamben, I. Shapiro, J.L.Nancy, G. Deleuze, M. Foucault, D. Cornell,
J. Kristeva, L.İrigaray vb. postyapısalcı, post Marksist ya da feminist
düşünürler bu akımın belirgin simalarıdır. Hepsi norm ve özcülüğün
determinizmine karşı olan bu düşünürlerdeki ortak tema, politikanın (ve
hayatın) normlar temelinde değil iktidar ilişkileri ya da iktidar etkileri
temelinde tasarımıdır. Özetle bu akımın politika felsefesi özelindeki anlamı
şudur: Nasıl ki yukarda şablonunu verdiğim ikinci ana akım, modernizmin
anlatısını reddetmiş fakat modern özleri alıkoymuş ve bu özler temelinde
evrensel ve hukuksal bir politik tasarı geliştirmeye girişmişse, benzer şekilde
bu akım da (Marksizm dahil) modernizmin sadece anlatısına değil zaten varoluşu
gereği reddettiği özlerine karşı duruşunu korumuş, yani modernizmin bütüncül
eleştirisi anlamında reddini sürdürmüş, eylemin değerini ise Marksist normatif
özcülüğe karşı bir konum içinde alıkoymuş, korumuş ve bu temelde bir politika
tasarımına yönelmiştir. Bu iki ekolün birbiriyle kıyasıya savaş halinde
olduğunu söylemek sanırım gerekmez. Sonuçta bu üç akım, taraflardan birinin
elinde (Lyotardcı ve Baudrillardcı dağılmacılığın hazcılığını gözeten) normlar
temelinde bir politika tasarımı iddiası, ötekinin elinde (özellikle Nietzche ve
Spinoza’yı gözeten) eylem (güç-ilişkileri) temelinde bir politika tasarımı
iddiası olan iki zıt kutbu temsil etmektedirler. İşte postmodrenizmin
görünüşteki tüm parıltılar ve çağıltılarının altından akan dip akıntıları
bunlardır. Ara renkler, kültür ve edebiyat alanındaki yansımalar, mimariden
sanata uzanımlar yok mudur? Elbette vardır, fakat bunlar daha çok, bizzat
kavganın fakat kavgada inandırma araçlarını elinde tutanların yönlendirdiği
yansımaları öne çıkaran yüzey akıntılarıdır.
16.02.2019