İsmail
Mert Başat
Nedir
“gerçek”? Ardından onca koşturulan, lastik gibi çekiştirilen, uğruna canlar
yakılıp-kanlar akıtılan? Tam ele geçirdiğimizi sanırken, birdenbire başkalaşıveren?
Geliniz: birlikte, biraz da biz düşelim peşine.
GERÇEĞİN İMKÂNSIZLIĞI
İktidarsal
diller hep şunu dikte edip durmuşlardır: Gerçek tektir, mutlaktır, değişmezdir.
Üstelik, tinsel anlamda gerçeğin peşine düşenler de uyarılmışlardır hep:
Gerçek, ilahidir ve erişilmezdir; erişilse bile elde edilemez olandır. Ama yine
de “gerçek”, kafamızdan içeriye akıtılır: Gerçek, önce doğrudan Tanrının,
giderek de Tanrının yeryüzündeki gölgesi olduğunu öne süren buyurganın söylediği, gösterdiği ve sınırladığı şeydir..
Dikte edilen böyle bir gerçeğe itirazda, hele bilimsel temelli
itirazda bulunulduğunda doğan fark, inanç ile bilim arasındaki: Galileo’nun
yuvarlak dünyası ile Kilisenin tepsi gibi düz dünyası arasındaki farktır.
Gerçeği belirleme yetkisi ve gerçeği temsil etme tekeli yalnızca egemenliğe ait
kılındığından can alıcı bir fark daha doğar: uzun işkencelerden sonra
itirazcıdan geriye kalan beden artığı, odun yığınlarının tepesine
mıhlanır: gerçek, titreşen alev yalımlarından ibarettir
artık. Neyse ki, dumanların arasından da bir fark belirir: İfade edilmiş düşünce,
madde olarak saf enerjiden ibaret olduğu için yakılamaz; yakılan bedenin
külleri uçuşup kaybolup-gider ama düşünce, inanç ile bilim arasında
doğan farklılaşmanın yarığından sızarak tüm dünyayı dolaşmaya koyulur: Dünyanın
bütün köşelerindeki irili-ufaklı iktidarların ürettiği “gerçek”lerin her
birisi, artık ikircimli, sallantılı ve sorunlu hale gelmeye başlarlar. Ama yine
de, cehaletin yüksek yaygınlık taşıdığı, inancın belirleyici olduğu toplumlarda
ya da aynı toplumun farklı kesimlerinde gerçeklerin: inanç renklerine, algı biçimlenişlerine,
verilen ideolojik dozun derecelerine,.. göre farklılaştıkları ve
çoğullaştıkları görülür.
Ne var
ki, sözü bu çerçevede tutarsak, ‘insan’ ile ‘gerçek’ ilişkisinin köklerini
ıskalamış oluruz: Sanırım, insan ile gerçeğin birbirlerini bildikleri ve
tamamladıkları birliktelik dönemi yaşanmıştır ve bu hatıra, insanın
Doğa’nın sıradan bir parçası olduğu ilksel dünyaya aittir. Sonrasında ise
öncelikle, ‘gerçek’ denilenin, görünür gerçek olduğunu akılda
tutmalı; insan tekilinin görünür gerçek ile ilişkisinin tamamen sorunlu bir
alanda kurulduğunu da belirtmeliyiz. Sorun çocuklukla birlikte başlar. Jean
Piaget, varlıklarla kurulan ilişkilerden doğan verilerin encamından söz eder;
bu veriler, “Onda [çocukta] bir fotoğraf levhasının üstündeki gibi iz bırakmaz.
Bunlar ‘özümlenirler’, yani üstünde uygulandıkları canlı tarafından yeniden
biçimlendirilir ve kendi özü içine yerleştirilirler.” Kuşkusuz bu
‘biçimlendirme’ ve ‘yerleştirme’, sonradan eklenen yeni verileri de, önceden
mevcut ve zaten gerçek ile farklılaşmış halde bulunanların kuyruklarına
takılmaya zorlar. Goethe, yetişkinler için de vaktiyle uyarmıştır: “İlk izlenim
sorunu tuhaf bir şeydir. O hep hakikatle yalanın yüksek derecede bir
karışımıdır.” Lektorsky ise, önemli eklemelerde bulunur: “Nesne, bilince, ancak
bilincin onu bildiği şekilde görünür.” “Algının, yani nesnel
bilginin ortaya çıkışı, yalnızca duyumsal izlenimlere ya da gerçekliğin nesnel
karakteristiklerini yeniden üretmeyen başka yansı çeşitlerine dayanılarak
anlaşılamaz.”
Gerçeğin
burkulması ve deformasyonu üzerinden gerçeğin görünür gerçek halinde
kurulmasındaki ne’lik, bir dizi içsel ve dışsal değişkene bağlıdır. Nesnenin
yalın ya da komplike yapısı, yani kendini ele verirlik ölçüsü; nesnenin
bulunduğu ortamın görünürlüğe - algılanmaya elverişlilik kapasitesi; bireyin
bilgi-deneyim birikimi; algı eşiğindeki yeterlilik derecesi; bireyin
taşıdığı ideolojik prizmanın saptırma açısı; duyu almaçlarının o andaki
elverişlilikleri,..vb bunlardan bazılarıdır. Duyu almaçları derken, sözgelimi görme duygusunun
mutlak mükemmelliğinden söz etmek olanaklı değildir; bunun için nesnenin,
ortamın ve bakan gözün kurduğu uzamsal bileşkenin mükemmel olması ön-koşuldur.
Göz yanılsamasını artıran ve doğrudan göz fizyonomisinden kaynaklanan bir
özellik de, ışık ışınlarının retina üzerindeki etkisinde belirmektedir. Biz
bakarız ama aslında göz, nesneye bakmaz; nesnenin görüntüsünü tarar.
Retina, saniyenin onda biri süresinde, bir milyon parlaklık sayımı yapar
ve “bir iki dakika içinde bu sayımlar, beyin kabuğundaki (korteks)
nöronların toplamını aşarak birkaç milyar gibi muazzam bir sayıya ulaşacaktır.”
Retinanın bu üstün çabası yine de yeterli olamaz; nesnenin beyinde oluşmakta
bulunan görüntüsündeki eksiklikler, beynin elinde önceden mevcut bulunanlardan
benzeşen / benzeştirilen verilerle dolduruluverir. Bu nedenle de,
yanılsamalarda en çok “göz aldanması”ndan söz edilir. Diğer yandan bir nesneyi
kavramaya çalıştığımızda, nesnenin pek çok özelliğinden ancak bir bölümüne el
değebiliriz. Nesneye dair elde edebildiğimiz veriler, bazen bu izlenimlerin
varlığı tümüyle kucaklayamamasından, bazen de iz’lerin diğer özellikleri bile
örtecek / gölgeleyecek kadar aşırılaşıp - yığışmasından dolayı yanılsamaya
açılır. Nörologların “gerçeklik maestrosu” diye adlandırdıkları talamus*,
kendisine erişen bir dışsal veriyi bedenin ilgili hücresel entegrasyonlarına
yönelttiğinde, dönerek kendisine geri gelen veri sayısı, altıya
kadar ulaşıverir; “gerçek”, bu içsel verilerin de katılımıyla ve
“elektro-manyetik dil”in içinde biçimlenerek oluşur. ( Bütün bunlardan öte,
hayvanların rahatlıkla duydukları çoğu sesi ve pek çok kokuyu algılayamadığımız
için, bu özellikler bizim için zaten “yok”turlar.) İşte tüm bu değişkenler
birleşip de algı aralığımızdan geçmekte bulunan bir veriye dönüştüğünde
“görünür gerçek”, nesnenin özelliklerinin oluşturduğu gerçek ile bağlarını
çoktan kopartmıştır. İş burada da bitmez; zihinsel süreçlerdeki soyutlayıcı
indirgemeler; yorumlama faaliyetinin yarattığı deformasyonlar; ilgili verilerin
içinde yer aldıkları anlamlandırma bağlamları; şey’lerin birbirleri üzerinden
tanımlanmaları / kavranmaları; simgelerin, eski bilgi parçalarının,
çağrışımların getirip yığdığı belleksel malzemelerin, bilgi dizilerindeki
boşlukların, metafor ve imgelerin süreçlere dahil olmaları,.. bu kez, zaten
gerçeğin taşıdığı özelliklerden farklılaşarak kurulabilmiş bulunan görünür gerçeği de
kendisinden başkalaştırır. Sonuç olarak, her beynin içinde ancak
kendine-özgü’lük taşıyan ama gereğinde mevcut giysilerini değiştirmeye de hazır, kendi gerçekliği
bulunabilir. İş söze veya yazıya dökülmeye geldiğinde ise kavramlar, jargonlar
ve dilin eğip-büküp-sınırlandıran yapısı, susku boşlukları, örnekleme ve
göndermeler, tonlama ve vurgulamalar gibi ve daha pek çok etmen, gerçek olmayan
bir gerçeği sergilemeye koyulurlar…
Bir
deneme yazarı olarak benim 16. yüzyıldan kalma büyük, büyük-büyük dedem olan
pîrim Montaigne, tüm bu söz bolluğunu elinin tersiyle iter. Kısa ve öz konuşur:
Gerçek
nedir?
Gerçek
benim!
“GERÇEK”,
İKTİDARIN HİZMETİNE KOŞULMUŞTUR
Tarih
boyunca gerçeğin peşinde koşturularak geçen upuzun ve darmadağınık süreçlerden
sonra artık, gerçek kavramının oldukça kalabalık, eksikli,
oynak, kaypak ve puslu bir kavram olduğunu biliyoruz. Yine bugün, gerçeğin
“nesne” temelli değil, bağıntı temelli; bir “durum” değil,
devinimler ağı içinde bir moment; “tümel” değil, tikel (göreli,
parçalı ve ancak belirli özellikleri kapsayan); “tek” değil, çoğul;
“sabit” değil, değişken bir yapı olduğunu söyleyebiliyoruz.
Bunun böyle olduğunu bilmemiz, bizi, sunumumuzun ilk bölümünde doğan
pesimist
havadan kurtarabilecek nitelikte; çünkü bugün bilim ve teknoloji, hem başta
görelilik olmak üzere pek çok yeni kuramı ve teknolojik olanağı masaya sürerek,
hem de gerçeği, bir önceki tümcede çizmeyi denediğimiz çerçevede ele alarak,
şey’ler dünyasındaki gerçeklere daha rahat erişebiliyor. Öyleyse, “gerçek”ler
ile ilgili sıkıntı nerede? Doğrusu, hepimizin tamamını doğrudan ilgilendiren ve
hem belirleyen, hem de alabildiğine tehdit taşıyan iki büyük sorun söz konusu:
İlk sorun, Kozmos ölçeğindeki şey’ler dünyasında erişilen tüm verilerin ve
bilimsel gerçeklerin yaygın olarak, Kapital tarafından kontrol edilmekte ve
kullanılmakta bulunmalarıdır; ikinci sorun ise, toplumsal dinamikler ve
devinimlerle ilgili tüm gerçeklik bağlamlarının ters-yüz edilerek birer iktidar
silahı olarak kullanılıyor olmalarıdır. Kuşkusuz, şiddet ve korkunun,
sistematize edilen yalanın ve manipülatif ikna yöntemlerinin: gerçeği belirleme
+ onu temsil etme + şiddet tekeli üzerinden itaatkâr tebaa yaratmakta, hatta
gönüllü kulluklar inşa etmekte kullanılmaları, sınıflı toplumların tarihi kadar
eskidir. Oysa Büyük K ile Kapital (Kapitalizm), görünür gerçeği kendi
istediği gibi inşa etmenin de çok ötesine geçmiş, toplumsal plandaki
mevzisel ters-yüz etmelerle yetinmeyerek, doğrudan bireyin zihinsel ve duyusal
gerçeklik duygularını istilaya koyulmuştur. Görünüşe göre Kapitalin bu işi
sistemleştirmesi ve toplumları birer sirk çadırına tıkarak, illüzyonlar /
yanılsamalar dünyasında terbiye etmeye koyulması, Yankee’nin New
life-style anonsu ile başlayıp, ünlü fifties - sixties boyunca
serpilip-gelişen “Yeni Hayat” dönemi ile birliktedir. Oysa daha 50’li, 60’lı
yıllara gelmeden düşülen bazı kayıtlar, bizi biraz daha eskilere götürecek
niteliktedir; sözgelimi her ikisi de 1950’den önce yayınlanmış iki yapıttan
biri olan 1984’de Orwell “Hürriyet esarettir”, “Cehalet kuvvettir”
gibi topluma dayatılarak benimsetilen “yeni” gerçekleri (de) sergiler; Adorno
ise kültür endüstrisi ve tüketim toplumu henüz temellenmemişken, Minima
Moralia’da şu ifadeye yer verir. “Kültür endüstrisi, müşterileri tarafından
yönlendirildiğine ve onlara kendi istedikleri şeyleri sunduğuna yeminle
inandırmaya çalışır bizi. (…) Kültür endüstrisinin yaptığı, müşterilerinin
tepkilerine uyarlanmaktan çok, onları kalpazanca imal etmektir.” Her
iki yazarın erken teşhislerinin ardında egemenlik ve pazar ilişkilerinin
sağlıklı analizlerinin bulunduğunu söyleyebiliriz; ama esin kaynakları arasında
Naziler de olmalıdır. Sözgelimi, Sargut Şölçün’ün aktardığına göre, Goebbels
1933’teki bir konuşmasında, kitlelerin kendi istekleri doğrultusunda
dönüştürülüp-biçimlendirilmelerine dair şöyle konuşmaktadır: “Tamamladığımız
devrim, tam bir devrimdir. Siyasal alanın tüm kesitlerini tepeden tırnağa
sarmış ve değiştirmiştir. İnsanların kendi aralarındaki ilişkilerini ve varoluş
sorunları ile ilgili ilişkilerini tümüyle değiştirmiş ve yeniden
biçimlendirmiştir.” Öte yandan, Nazi ölüm kamplarının ana girişlerindeki, koca
harflerle yazılan “çalışmak özgürleştirir” sözleri de, unutulur gibi değildir..
Bu söz gelir, “Irak’a demokrasi ve özgürlük götürüyoruz” diyen Bush W.’ye,
“Yağmalama özgürlüğün göstergesidir!” diyen Rumsfield’e, ya da “Hayata dönüş
operasyonu” diye hepimizi hançerleyen müstehcen bir tümceye bağlanıverir. Bugün
gerçeğin değil, geçerliliğin önde olduğu; ancak “görünür olanın” ayakta
kalıp-nefes alabildiği; görselleştirilerek reklam ve eğlence
dünyasına akıtılan enformatif bilgi sağanağı altında şaşkınlaştırıldığımız;
yapmakta olduklarımızın ve tercihlerimizin bizim dışımızda belirlendiği bir dünyada
sıkıştırıldığımız ve her birimizin içinde bitimsiz, hep yeni
yeni taleplerin kaynağı olan bir derin pazarın kurulmuş bulunması ve her
birimizin itaatkâr birer müşteri kılınmış olmamız, nedense, çoğumuzu ürkütmüyor
gözüküyor.. Oysa konu gerçeğin baş-aşağı çevrilmesinden,
yalandan, “öte-gerçek”den, vb.. daha değişik ve kapsamlı hale gelmiş
bulunuyor. Ve Kapital, “tek”leştirilmiş ve doğrudan “iti”lerimize, arzularımıza
ve fantzmalarımıza kadar da uzanarak geliştirilen bir algı yapılanması üzerinden,
bir küresel zihin kurmakla meşgul. Carolyn F. Gerald’ın epey
zaman önceki bir tümcesini anmanı zamanıdır: “Her kim imgelemimizi denetlerse,
kendi gerçeğimizi bizim adımıza biçimlendirme gücüne de sahip olur.”
Demokrasinin hayli açığında kalıp-debelenen toplumlarda ise kitlelerin çok
uyumlu / verimli müşteriler haline getirilmiş bulunmaları, iktidarları tatmin
etmez; otokrat / diktatoryal yönetimi sırtlarında taşıyacak, konsolide edilmiş,
monoblok kılınmış bir kitle tabanına gereksinim duyulur. Bu ise yalnızca
şiddetin ve korku ikliminin başarabileceği bir şey değildir; asıl göz-bağlayıcı
güç, kitlelere yalan örüntüsü içinden ve provokatif tahriklerle sürekli
pompalanarak akıtılan milliyetçilik ideolojisi ve inanç pazarlamacılığıdır. Bu
değinileri, Aydın Çubukçu’nun birkaç tümcesiyle bitirebiliriz: “Yalana olan
ihtiyaç, hayatın baş edilemez gibi görünen belalarıdır. (…) Gerçek, herkesin
yaşadığı sıkıntılardır ve yalan bu gerçeklik içinden, köpürtülmüş bir çözüm
vaadi olarak doğar. (…) Kendi hayatına değil, başkalarının o hayat hakkındaki
çarpıtmalarına inanan insanlar için bütün sorun, kendi hayatlarının
gerçekliğinin göremez hale getirilmiş olmalarıdır.”
GERÇEK
KARŞISINDA ŞİİRİN HAKİKATİ
Modern
şiir, “nesnel gerçeği” ne yansıtır, ne de onu betimler. Yalnızca, bedenini de
parçası kıldığı zihinsel malzemelerinin içinden ve zihinsel çoklu akışlar
yoluyla huzura çağırdığı – kovaladığı – buluşturduğu – ayrıştırdığı –
dönüştürerek yeniden ürettiği yepyenileşmiş malzemelerinin bileşimleri ve
bireşimleri yoluyla kendi hakikatini kurar. Nedir zihinsel
malzeme? Doğa ve toplumla ilişkilerimizden üreyen, hayatın akışları içinde ve
bu malzemenin kendi aralarındaki ilişkilerle yeniden üretime uğrayan sınırsızca
im, iz, bilgi, kavram, düşünce, fantazma, düş, tasarım ve yanı sıra, bedenin
damar ve sinir ağları yoluyla zihinsele dahil olan ve önemli bölümü “duygu”
formları içinde beliren uyarım’ları.. Dikkat edilirse, tüm bu zihinsel
malzemenin derlendiği yerler ve onların zihne akış kanalları “reel” (gündelik
dil içinde kalarak söylersek, gerçek, maddi) bir zemine
sahip. Ama zihinsellik bir şiiri kurarken tüm bu
malzemeyi kendi kılmış bir halde yola çıkmaktadır ve maddi
temeller çok soluk bir fona itilmiştir; zihin kendi’leştirdiği malzemesiyle ve
kendisiyle baş başa kalmaktadır. Kendi üretim-evinde, kendi üretim prosesleri
içinde, huzura çağırdıklarından hızla tarayıp ayırdığı, elinde tuttuğu
malzemeyi imalatına katarak, işleyecektir. Bu yaratıcı üretim sürecinin
eleme, birbirlerinin içinden geçirme, eksiltme, birleştirme ve dönüştürmelerle
yürüyen bir “müdahale” süreci olduğunu belirtmeliyiz. Ki, ortaya çıktığında,
şiirin de gerçeklere yönelmiş bir müdahale olduğu söylenilmelidir. Şöyle de
ifade edebiliriz: şiir, gerçek ile geçimsizdir, daha doğrusu gerçek ile
meselesi vardır. Bu mesele, en geniş anlamıyla yaşamda (içeri’ye göre
dışarı’da) sunulu bulunanlarla yetinmeme inadını da kapsar ama daha öte’dir.
Şiir kendi hakikatini doğal ve toplumsal “görünür” gerçeklerden
/ bireysel – tarihsel – evrensel yaşanmışlıklardan yola çıkarak kurar ama
verili geçeklikler dünyasında bu “hakikat”i kapsayabilecek ve onu kendinde
taşıyabilecek gerçekler yoktur. Çünkü “gerçek”te yaratım değil,
yapılanan / yapılanmakta bulunan vardır ve “gerçek”te, fantazmaya,
düşleme, tasarıma, vb’ne yer yoktur. Böylece zihnin, belleksel malzemesine
düşlem, fantazma, tasarım ve kimi el değmedik uyarımları da kattığı ve kendi
üretim evinde dönüştürdüğü, yeniden ürettiği, başkalaştırdığı ve çoğalttığı
içindir ki, şiirin hakikati, “gerçek”ten daha fazla’sıdır.
Ama bu üretim “gerçek” olanın bir yandan yarılıp-parçalanmasına; seçme,
eksiltme, ilişkilendirme ve yoğunlaştırma gibi işlemlere dayandırılması
nedeniyle de şiirin hakikati, “gerçek”ten daha eksik’tir. Daha açık
söylersek, “gerçek” ve “şiirin hakikati” iki ayrı dilden konuşurlar ve bu
nedenle de çakıştırılamazlar, birbirlerine tekabül ettirilemezler. Ve şiir,
gidimli dilin altından kalkamadığı şeyi yapar; dolanımda tutulan ve “gerçek”
denileni değil, dile getirilemeyeni, üstü örtüleni, yokluğu, belirsizliği, gölgede
kalanı imgelemin dili üzerinden görünür kılar. İyi ki öyledir; çünkü şiirin
hakikati dışarı’daki gerçeği borçlandırır ve onun ne’liğinin daha iyi
görülmesine hizmet eder. Gerçeğe bazen onun derin yapısından, bazen bambaşka
bir perspektiften ve farklı bir görme biçimi içinden yaklaşıp onu devinimi ve
ilişkileri içinde ele geçirmeye yöneldikçe bizim de algı aralığımız genişler ve
zenginleşiriz. İyi ki öyledir, çünkü Alain Badiou’nun Jacques Lacan’a atıfla
dikkatimizi çektiği gibi, “Hakikat bütün olarak söylenemez, olsa olsa yarım
yamalak söylenebilir.” (…) “Ama her hakikat, bir güç olmakla birlikte bir
güçsüzlüktür aynı zamanda. Zira hakikatin yargılayabileceği şey, bütünlük (totalité)
olamaz.
Hakikat
ile bütünlüğün bağdaşmaz olmaları kuşkusuz modernliğin en kesin – ya da post
Hegelci- dersidir.” (…) “Daha genel biçimde şöyle söylenebilir. Bir hakikat,
kuşattığı şeyin bir noktasında öyle bir eşiğe varır ki, orada kendisinin
Bütün’ün benlik bilinci değil, bu tekil hayat olduğu
kanıtlanır.”
Sanırım
bu nedenle de, bu bilgiyi zaten içinde barındıran şiirin hakikati, biricik’tir.
*
Birlikte
gördük ki, ne gerçeğin, ne de hakikatin peşine
düşmek, onları yakalamamıza yetmiyor.. Nietzche de farkındaydı bunun
ve uyarıyordu hepimizi: “O halde nedir hakikat? Metaforlardan meydana gelen
seyyar bir mihmandar… Uzun süre kullanıla kullanıla insanlara sabit, kitabi ve
bağlayıcı gelen bir mihmandar. Hakikatler, öyle olduğunu zamanla unuttuğumuz
yanılsamalardan ibarettir.” Ama ben, öyle de olsa, “peşine düşme”nin bir
devinim olarak içinde kurduğu ve bize sunduğu, o her seferinde kaleydoskop
estetiğinde davranan hakikat parçalarını da, Lenin’den müdevver
“gerçekleri açıklama” eylemliliklerini de sırt çantamda sevgiyle taşıyorum.
(*):
Talamus’un görevi, “(koku duyusu dışında kalan) tüm somatik (dokunmaya dayalı),
görsel ve işitsel uyarıları serebruma (yani ‘istemli’ faaliyetlerin
geliştirildiği bölgelere) aktarmak, bazılarına beli gecikmeler koymak,
bazılarını tamamen iptal etmek ve benzeri düzenlemeleri yapmaktır. (…) Aynı
zamanda, serebrumdan gelen sinyallerin beynin ve vücudun farklı yerlerine
yönlendirilmesinden de sorumludur. Tam anlamıyla bir merkezi istasyon görevi
görmektedir. Ancak sadece dağıtım işiyle değil, aynı zamanda yorumlama işiyle
de ilgilenmektedir. Duyu organlarından gelen bilgileri ön değerlendirmeye tabi
tutar ve zaten buna göre hangi bölgeye iletilmesi gerektiğine veya iletilmesine
gerek olup-olmadığına karar verir.”
Çağrı
Mert Bakırcı; Evrim Ağacı No. 8, “Diensefalon (Ara Beyin)
–Talamus”, 20.04.2012; evrimagaci.org / article / sinirbilim ve beyin
___________________________
Kaynakça:
Alain
Badiou; Başka Bir Estetik; ç. Aziz Ufuk Kılıç; Metis Y.; 2010 İst.
Aydın
Çubukçu; “Enine Boyuna Yalan”; Yeni e; S:4, s. 52-53
İsmail Mert
Başat; “Şiirin Köklerine Yolculuklar: 9”; Akatalpa; S: 117, s. 2-4
______________
; “Gerçek, Gerçeklik ve Şiir”; Şiirden; S:7, s. 16-19
______________
; “Maddi Bir Güç Olarak Yalan”; Yeni e; S:4, s.62-64
______________
; İtiraz Yazıları; Teos Y.; 2002 İst.
______________
; Buyruk ve İtaat; Everest y.; 2006 İst.
J. W.
von Goethe; Goethe der ki…; ç. ve d. Gürsel Aytaç; T. İş B. K.Y.;
2. bs.; 2002 İst.
Montaigne; Denemeler;
ç. Sabahattin Eyüboğlu; M.E.B. Y. 3. bs.; 1964 İst.
Sargut
Şölçün; “Biraz Faşizm Rica Edeyim” (Lionel Richard; Nazizm ve Kültür;
ç. Nesrin Güner; Kalem Y.; 1985 Ank. içinde: Önsöz yazısı)
T. W.
Adorno; Minima Moralia; ç. Orhan Koçak & Ahmet Doğukan; Metis
Y.; 1998 İst.
Victor
Lektorsky; Özne Nesne Biliş; ç. Şükrü Alpagut; Toplumsal Dönüşüm
Y.; 2. bs..; 1998 İst..