Giriş
Fikirlerin
sadece içerikleri yoktur, aynı zamanda ‘kuvvetleri’ vardır. Marksizm dahil
modernitenin en yabancı olduğu ve hatta ‘fikirlerin kuvvetleri’ni sağın
nedensellikleri olmadığı gerekçesiyle görmezden geldiği, yok saydığı
-dolayısıyla da mücadele etme olanağını kendisinin yok ettiği- en zayıf
halkasıdır. Oysa anlama ve düşgücü arasındaki ilişkiye yerleşen “İnancın mevcut
bir izlenimle, nedensel bir ilişki yoluyla bağlantılı canlı ve güçlü bir
düşünce olduğunu biliriz. İnanç belirli bir biçimde hissetme fikri ya da
duygusudur. İnanç “kavranmaktan çok hissedilen” bir fikir, bir düşüncedir
-canlı bir fikir- “(G. Deleuze, 1991:94). Ve bu halka öylesine zayıftır ki,
modernite yapısal ve mantıksal nedenselliklere sırtını dayamış dokunulmaz bir
tek boyutluluk içinde insan motivasyonunu adeta hiçe saymış, onun tinselliğine
tümüyle yabancı kalmıştır. “Mevcudun tinsellik olarak kabulü, dünyanın
sekülerleşmiş entelektüel zekasının nihai zaferine Aydınlanmacı tanıklığın
değil, fakat daha çok genelde dünyanın insani içeriği açısından radikal bir düş
kırıklığı olarak kabulüdür. Tinin, ciddi bir biçimde insani içkinlik açısından
ya da indirgenemez bir aşkınlık açısından kavranıp kavranmadığı da aynı şekilde
çağdaş yaşam anlayışı açısından anlamsız görünür” (Ferguson, 2000:138).
Neoliberalizm bugün, tam da bu anlam yüklenmeyen zayıf halkayı kırarak ahlaki,
dinsel ve etnik, kısaca kimlik politikalarıyla, mevcut yaşam pratiğini tehdit
etmekte, saldırmaktadır. C. Taylor’un dediği gibi, belirli düşüncelerin
içerdiği kuvveti anlamak tarihsel olarak nasıl bir toplumun gelmekte olduğuyla
ilgili bir şey bilmektir.
Günümüzde
neoliberal yönetim aklının neredeyse tüm toplumsal pratiklerde yarattığı alt
üst oluş ve belirsizlik bir yandan bireyin politikaya bağlanma biçimlerinde bir
bulanıklık olarak cisimleşirken, bir yanda da bireyi (modernitenin kültürel
parçalanma ya da atomist/araçsal kavrayışından olduğu kadar Marks’ın
yabancılaşma figüründen de farklı olarak) ontolojik bir yalnızlığa mahkûm,
biyopolitik bir nesneye çevirmek suretiyle birey ve toplum ilişkisini imkânsız
kılmaktadır. Bu mevcudu anlamlandırmadaki temel güçlük, ihtiyaç ve arzuların
üretiminden karar üretimine dek genişleyen yaşam alanını, hem eylemlerinin
nedeni olan kendine yeterli, özerk öznenin etkisi olarak (modern ve liberal)
okumanın, hem de bireyleri kendi özneleri olarak üreten öznelleştirme
tarzlarını sadece yapının etkisi olarak (Marksist ortodoks) anlamanın artık
yetersiz kalmasıdır. Bu yetersizliği aşmayı hedefleyen bir bilgi, bireylerin
mevcut hangi yollar ve şekillerde öznelleştirildiklerini anlamayı mümkün kılan
bir sorgulama ve öznelliğin başka türden (‘politika’? ‘Sanat’? yoluyla) nasıl
üretileceğini ya da nasıl dönüştürüleceğini anlama olanağına sahip bilgidir. “
Toplumların
21. yüzyıl yazgıları giderek tinsel bölünmeler üzerinden, yani sadece
ekonomi-politik değil, aynı zamanda tinsel mahreçli öznellikler üretimi
üzerinden şekillenmektedir. Pratik, tehdit altındadır evet, ciddi anlamda her
geçen gün, insanların düşünüm ve hissetme yetileri hızla parçalanıyor, hoşgörü
sınırları dibe vurmuş durumda, yoksullukların ve yok sayılmaların geleneksel
ikame biçimleri hızla yok olmakta, varoluş olanaklarını işgal ve ihlal eden
süreç apaçık isyan koşullarını oluşturmaktadır. İsyan eşiği günceldir. Fakat
sorun isyandan çok, bütün isyanların sermaye tarafından çalınmasıdır. Öyleyse
pratikte isyanlar, reformlar, kırılmalar olabilir, fakat bu altüst oluş
pratiğine eklemlenen fikirler ve onların kuvvetlerinin durumu nedir? Sorun
budur. Kuzey Afrika isyanlarını, ya da Türkiye’deki reformları veya isyan
ruhunu çalan güçler hangi fikirlerin güçleridir? Toplumsal kırılma ya da geçiş
dönemlerinde fikirler iki doğrultu çizer ya değişirler ya da mutasyona
uğrarlar. Pratiğin mutasyona zorladığı fikirler eğer değişmekle yetiniyorsa, bu
fikirlerin hala sadece içerikleriyle iş görebileceklerini varsayan, fikirlerin
kuvvetini hala hesaba katmayan bir entelektüel körlüğe işaret eder. Oysa
gerekli olan ortak duyu, din ve kimlik tutkusunun her şey olduğu bu toplumsal
tinsel uzama özsel olarak tutkulu olan bir
mutasyonla karşılık vermektir. Çok iyi bilindiği gibi Marks ve eserleri bir
‘içerik’ olduğu kadar, özsel olarak bir ‘devrimci tutku’nun cisimlenişidirler.
O halde, 21. yüzyılın özgürlük ve eşitlik yüzyılı olması için fikirler formatlanmalı,
resetlenmeli ve kendi tarih öncesinden koparılmalıdır. Fakat her kopuş aynı
zamanda bir bağlanmadır. Geçmişe bağlı kalan liberal ve kimlikçi fikirler için
böyle bir olanak yoktur. Öyleyse bu kopuş şansı, sadece ve sadece komünal bir
geleceğin inşasına adanmış fikirlere sunulmuş bir fortunadır. Ve bugün bu fortuna gerçeğinin, neoliberal vahşetin son çeyrek yüzyılda
yarattığı yıkımın küllerini önüne katan yeni sol bir fırtınaya dönüşmesi
zorunlu bir olumsallıktır. Eğer yeni sol bu
fırtınayı yaratamaz ise, bu coğrafyada ortak duyunun, dinsel ve etnik
düşüncelerin çokluğun isyanlarını önlemesinin, önleyemiyorsa çalmasının önüne
geçilemez. Meşhur laftır, geçiş dönemlerinde dünyanın yükünü ispat değil, ikna
taşır. Bu yüzden bu yazı nihai olarak öznelliğin cogito, credo ve machine yoluyla üretimine karşıt
olarak politik ve estetik bir pathos yoluyla
üretimine işaret etmeye çalışacaktır.
1. Varoluş Duygusu Olarak ya da Öznenin İçselliği Olarak
Öznellik
Öznellik, ya öznenin içselliği olarak
kendilik duygusudur, ya da bir varoluş duygusu olarak kendilik duygusudur. Ya
kendinde, kendi için, kendisi yoluyla kendine sahip bir içsellik olarak öznellik, ya da ‘kendilik
duygu’sunun’ dışsal olarak, “…kendi dışında bir Varlık olarak anlaşılmasını
sağlayan, … ‘bir’ ya da ‘biri’nin tekilliği ya da birliği” (J.L.Nancy,
2008:132) olarak öznellik. Daha açık ve net olarak, ya mülkiyet terminolojisi
içinde meşrulaşan bir şahsiyet sahipliği sorunu
olarak ya da temelde bir varoluş duygusu olarak
öznellik. Hiçbir ortak ölçüye vurulamayan, karşılaştırılamaz iki kendilik
duygusu ya da iki öznellik tarzı. Birincisine ilişkin çok zengin bir literatüre
sahibiz: Nancy’nin dediği gibi, “çok güzel içerisi olan çok çirkin Sokrates
hakkında felsefenin başlangıcından beri süregelen eski bir imgeye göre” öznenin
içselliğini şeyleştiren bir dizi kavram: tin, ruh, bilinç, kişi, akıl, özne,
ben, kendi, ego vb. Ve bu kavramları tözselleştiren ya da şeyleştiren devasa
genişlikte bir Hıristiyan ve Kartezyen felsefi düşünce geleneği (teolojiler,
fenomenolojiler, metafizik kritikler, aksiyolojiler, psikolojiler,
hermeneutikler… vb.)
Belli bir anlamayı sağlayacak soru şudur; eğer bu
‘şey’leştirmeler ya da tözselleştirmeler öznenin içselliğini kuruyorsa, o zaman
‘kendi’nin yeri neresidir? Ya da eğer bu kavramlar dizisi şey (res-existo) ya da töz (res-substantia) iseler
onların ontolojik menşei nedir? Kant, Prolegomena’da (1995:87)
46 numaralı fragmanının dipnotunda tözsüz ve kavramsız ‘kendi’nin sadece bir
‘varoluş duygusu’ (Gefühl eines Daseins) olduğunu yazar.
Bir daha ‘kendi’ ile ilgili argümanlarında ‘Gefühl’den (hissetme)
söz ettiği görülmese de Nancy, Corpus’da (2008) ‘Ruhun
Uzantıları’ adlı bölümde tam da onun bu tespitini ısrarla -ve Heidegger
dolayımıyla- kısa ve çok yoğun bir biçimde genişletir. Ancak Kartezyen
‘düalizm’in alanından çıktıktan sonra kavranılır hale gelen ‘varoluş duygusu’
kendi’ni, kendi dışındaki bir varoluşu -herhangi bir nesneyi- hisseder gibi
hissetmez, yani o, bu anlama gelmez. Dolayısıyla arkada varoluşu hisseden bir
özne ya da benzeri bir ‘şey’ yoktur. Varoluş, varoluşun hissedilişidir.
Varlığın kendi olmasıdır. Kendi olma zorunlulukla dışarıda, dışta olma, dışa
açılma (inauguration), açıkta, açığa maruz (expose)
olarak olmadır. Heidegger’in Dasein sözcüğüyle yapmaya çalıştığı budur: Dasein
orada (da) olmadır. Ancak bu ‘orada’, tam da ‘dışarı’yı anlamak
bağlamında, ‘ben buradayım’ dendiğinde varsayılır gibi görünen, coğrafi ya da
geometrik bir nokta anlamında ‘orada’ değildir. ‘Dışarı’ ya da ‘orada’ böyle
bir anlama gelmez. Bu yeri Nancy, daha çok, bedenin duyguları (emotions) ve ruhun uzantıları (extension) olarak
dokunuşlar ya da eklemlenmelerin, mitsein (with-cum /
ile-birlikte) aracılığıyla konumlanışları üzerinden izler. Nihayet
Nancy’nin ruh adı altında düşündüğü şey beden deneyiminden başka bir şey
değildir. Ruh, bedenin olduğu bir
deneyimin -beden olma deneyiminin- adıdır.
Şimdi sorunu biraz daha netleştirelim; bir ‘varoluş
duygusu’ olarak öznelliğin içeriğini (örn, isyanların ‘vicdan ayaklanması’ ya
da ‘saygınlık yıkımı’ olarak tanımlanmasında görüldüğü gibi içsellik ima eden)
ruh, akıl, özne, kişi, ben, kendi, ego vb. Türden fikirler mi oluşturur, yoksa
Nancy’nin işaret ettiği türden bir deneyim mi? Ve deneyimse bu deneyimi -daha
geniş bir vizyon içinde- nasıl dile getiririz? Bütün bu metafizik kavramlar
öznenin öznelliğini şeyleştirmelere referanslı olduğuna göre, varoluş duygusu
olarak öznelliğin dile gelişinde, bu kavramlar referansları görmezden gelinerek
nasıl kullanılır, kullanılabilir mi? Örneğin Spinoza’da bütün ‘Etik’ baştan sona bir birey teorisidir. Fakat Spinoza’da
bir öznellik teorisi yoktur. Yani, devasa bir ‘duygu teorisi’ fakat ne özne ne
de öznellik teorisi değil, dolayısıyla öznelliği şeyleştiren bu kavram
dizisinden ciddi anlamda bir uzak duruş, hatta kayıtsızlık Sipinoza’da
apaçıktır. Derrida, Heidegger’in ‘ruh nedir?’ gibi bir soruyu asla sormadığını
ve bu kavram ailesinden olabildiğince kaçınmak gerektiğinde ısrarcı olduğunu
söylüyor; “Bizim olduğumuz şey olduğumuzu söylemek için, öznel ya da öznele ilişkin (subjectal) diziler içindeki -özellikle tin içindeki- tüm
kavramlardan sakınmak gerektiği görülür” (Derrida, 1989:17). Heidegger’de ‘biz
kimiz?’ sorusunun bir Varlık sorusu olduğunu unutmadan, Dasein’in ‘kim’i, sorusuna yanıtını yine Derrida’dan
alalım; “Bu, başkalarına ve kendimize biz diyebildiğimiz
gidimli bir Mitsein durumunda, kendiliğimizin biz olduğu bir oluş (entity) örneklemidir”
(1989:17).
Peki, mitsein’in varoluşsal
olgusallığı, tekil bir mevcudiyet olarak
varoluş duygusunun öznelliğini karşılar mı? Bu aslında -ileride ele alacağımız-
Negri’nin öznelliğin salt direniş yoluyla üretildiği argümanının (Negri,
2012:46) bir anlamda sorgulamaya açılmasıdır. Yani başta tin ya da ruh
gibi subjectal dizilerden sakınmak gerekiyorsa, Dasein’in
(‘orada-olan) ‘kim’i ile (‘kendiliğimizin biz olduğu bir oluş
örneklemi’ ile) varoluşsal kendilik duygusu olarak öznellik arasındaki ilişkiyi
nasıl kavrayabiliriz? Ötesinde nasıl dile getirebiliriz? Birkaç yanıtı sadece
işaretleyelim. Derrida Heidegger’in bu soruya yine kayıtsızlık, fakat farklı
türden bir kayıtsızlıkla yanıt verdiğini saptıyor. Heidegger’de üç tür kayıtsızlık
var. Birincisi, doğa olmak bakımından ve bizim için ‘el altında’ olmayan, orada
duran, kendi başına varlığın (Vorhandene)
kayıtsızlığı. Derrida ‘taş’ örneğini kullanıyor, taşın kendine (varlığa)
kayıtsızlığı birinci durum. İkincisi Dasein’in kendine
(Varlığa) ilgisi taşınki gibi değildir, o hem kayıtsızdır hem kayıtsız
değildir. Bu yüzden Dasein’in kendine kayıtsızlığı ‘hiçlik’ değil fakat
özellikle varoluşun gündelik doğasına ilişkin bir ortalamaya atıfla ‘olumlu bir
fenomenal özellik’tir. Üçüncüsü ise bizzat söz konusu kavramlar dizinini
kullanan Hıristiyan-Kartezyen geleneğin, varlık sorusunu sormaması anlamında,
varlığa kayıtsızlığıdır. Bu kayıtsızlıktır ki bizim özne, ego, ruh vb.
kavramları töz olarak korumamızı ve kullanmamızı mümkün kılar. Heidegger’in
temel jesti zaten bu geleneğin yapıbozumudur. Sonuç olarak; “Orada-olma’nın
özünün ona Heidegger’in verdiği anlamda ‘varoluş’ olduğunu söylemek, o halde
aynı zamanda “insanın bu ‘tözü’nün bir beden ve bir ruhun sentezi olarak bir
tin değil fakat varoluşu” (Derrida, 1989:20) olduğunu söylemektir. Fakat Nancy,
Dasein’in ‘olumlu bir fenomenal özellik’ olarak teşhisi ile yetinmez, çünkü
açıkça kendini -varlığını- hissetme sorusunun yanıtı olarak böyle bir teşhis
aslında modern geleneğin düalizmi karşısında sadece bir ‘teşhis’de kalmak,
durmak demektir. Bu da sonuçta politik olarak kinik bir deşifrecilikte durmak
anlamını taşır. Ne evet ne de hayır diyemeyeceğimiz bir duruşu benimsemek,
dolayımın felce uğratılmasıyla aynı anlama gelmekte ve böylece “güçsüzlük” ve
“çaresizlik” “muhalefetin” baskın gelen ortağına dönüşmektedir. Hiçbir çıkış
yoktur; aynen Derrida’nın bir zamanlar dediği gibi: “Sorun kişinin kendisini
baskıcı olmayan yeni bir düzende var etme sorunu değildir (yeni olabilecek
hiçbir düzen yoktur).” Oysa yukarıda belirlediğimiz gibi Nancy tam da varoluş
duygusu olarak kendilik algısının, varoluşun birliğini kurmasıyla ilgilenir.
Böyle bir birlik sağlanmadığı sürece kendiliğin bir öznellik üretmesi (karar ve
eylem anlamına gelmesi) mümkün değildir. Bilindiği üzere bilmenin üç sicili
(düşünme, hissetme ve imgelem) arasında bir birlik olmadan, kendilik duygusunun
birliği/eylemi oluşamaz. Nancy için varoluş duygusu olarak kendilik; “zorunlu
olarak başkası tarafından hissedilmeden ve başkalık duygusu olmadan kendimi
algılayamamamın nedeni olan dışarısı aracılığıyla geçen bir “kendilik-dokunuşu”, bir “kendilik duygusu” olarak
birliğini, kendi’nin kendi dışında ‘olma’sının birliğini düşünme sorunu haline
gelir” (Nancy, 2008,133). Sorun burada öznenin içselliğine değil, varoluş (kendilik) duygusunun mitsein (with-cum /
ile-birlikte) yoluyla biz olarak
cisimlenişine açılır. J.L.Nancy bize deneyimin ortak-varoluşsallığını yetkin
olarak açıklar, ancak bunu politik bir yönsemeye doğru itelemek, sadece zorlama
olur. A. Badiou ise örneğin Kierkegaard analizinde soruna ‘mücadele/kavga’
boyutuyla değinir ve şöyle der; “yaşam oyunu bilmeyi talep eder, çünkü o ona
egemen olmayı bilir. Fakat varlıksal sorun oyuna egemen olmayı bilme ve yeniden
üretme sorunu değildir. Asıl olan oynamak, çekişmeye katılmaktır ve (Hegelci)
düşünürün kaçındığı şey de budur.” Ve Hegel’den şu satırları aktarır; “Düşünür
için dünya tarihi sona ermiştir ve o aracıdır (…) O dışarıdadır; O bir
katılımcı değildir. O oturur ve aracı armoniler için sahip olduğu kulakla
geçmişin eski şarkılarını dinleyerek büyür.” Oysa Badiou için; “Düşünme aynı
zamanda düşünen düşünceye bir bağlanma biçimi olmalıdır” (A.Badiou,
2009:427). Yani ‘hakikat düşüncesi’ aynı zamanda bir ‘hakikat deneyimi’dir. Batıyı
bir ‘self kültürü’ olarak irdeleyen Foucault, bir noktada şu soruyu sorar;
“nasıl oluyor da insanların yönetilmesi, yönetilenlerin boyun eğme edimlerinin
yanı sıra, öznenin yalnızca hakikati değil; kendisi, hataları, istekleri,
ruhsal durumu vb. hakkında da hakikati söylemesi gibi bir özellik gösteren
‘hakikat edimleri’ni gerekli kılıyor?” (2001:119) Bunu hıristiyan kültürün
itiraf oyunlarını incelerken soruyor. ‘Bir hakikati hem açıklamayı hem de
öznenin bu hakikati benimsemesini belirten Egzomolojez’ uygulamalarını
irdelerken. Yanıtını da daha çok 1984 Berkeley derslerinde (2012) irdelediği
Grek parrhesia’sı olarak, etik politik bir zeminde veriyor. Bu
pozisyonlara özellikle Gezi Direnişi’nde üretilen öznellik bağlamında geri
döneceğiz.
Şimdi sorunun ikinci cephesi, yani öznelliğin
modernitede, düşünceler olduğu kadar duygular, dürtüler, alışkanlıklar,
algılar, hissedişler, kanaatler vb. ahlaki ve psiko-ruhsal bir ‘içsellik’ (inwardness) alanı olarak tanımlanması, alternatif öznellik
üretimi tasarımlarının önünde duran ve yanıt için bu çalışmada bir alan açmaya
çalışacağımız en temel sorundur. Çünkü bir içselliğin uzamı olan bir ‘içeri’den
söz edebilmek, zorunlu olarak ‘dışarı’ya göre konumlanmış ve ona karşı bir
‘içeri’ koşulunu gerektirir. Bu ‘içeri’ ve ‘dışarı’ ayrımı, bilindiği üzere,
Descartes’ın Özne ve Nesne ayrımına kayıtlıdır. Ve başta Kendi ve Öteki,
türünden tüm ikiliklere, tüm düalist akıl yürütmelere önce gelir. Üç düalite,
yani Özne ve Nesne, Kendi ve Öteki, Ego ve Dünya ikilileri bir bütün olarak
modernite aklının işleyişini tanımlar ve sırasıyla, özerklik ve zorunluluk,
etkinlik ve edilginlik, özgürlük ve bağımlılığa işaretle okunur. Öznellik
burada Özne, Kendi, Ego hangi adı alırsa alsın bir ‘kendilik’ (selfhood) inşasıdır. Fakat öznellik üretiminde söz konusu
olan, bizzat ‘kendilik duygusu’ değil, ‘kendilik duygusu’ üreten bir içsellik
alanının üretimidir. Tartışmalarda daha çok kendilik duygusunun duyusal ailesi
olarak ele alınan bu içsellik alanı son kertede Ben’in, normatif kural ve kanaatlerinin,
alışkanlıklarının, arzuyla şekillenen tüm kaygı ya da beklentilerinin içsel
uzamını oluşturur. Biz, dünyanın/nesnenin ‘dışarıda’ oluşuna karşıt olarak bu
düşsel ve düşünsel etkinliğimizin yerini, -adeta doğal olarak- ‘içeride’
(içimizde) olarak bilir ve tanırız. Bilinçdışımız ‘içimizde’dedir,
duygulanımlarımız, niyetlerimiz, söyleyemediklerimiz vb. tüm endişe ve
özlemlerimizin kısaca tüm ruhsal etkinliğimizin yeri bu ‘içerisi’dir. Peki biz,
moderniteyle birlikte sürekli büyüyen bu ‘içerisi’ derken neyi kastediyoruz?
Yani düşünce ve düş gücünün yeri ‘içerisi’dir derken, aynen, ‘başın yeri
gövdenin üstüdür’ kesinliğinde, bir yeri mi anlıyoruz? O zaman, içselliğin
yerini bir organın yerini tanımlar gibi mi tanımlıyoruz? Bu mümkün mü? Değilse,
bu bulanıklık, bizzat böyle bir içerisi-dışarısı ayrımının meşruiyetini
sorgulamayı gerektirmez mi?
Örneğin aslında antropologlar için apaçık olduğu
halde, bu ‘içerisi’ anlayışımız nedeniyle bize oldukça yabancı gelen ve
anlamakta zorlandığımız bir yanıt, ruhsal etkinliğini böyle bir
şahıslaştırmayla tanımayan (başta Antik Grek yaşam tarzı olmak üzere) yaşam
tarzlarının varlığıyla ilgilidir. Çünkü bu yanıtlarda, içsellik, ‘insan
doğası’nca verili olan değil, insanın tarihsel ve kültürel gelişimine göreli
bir sonuçtur (Üstelik ‘insan doğası’ derken bile buradaki ‘doğa’ yine aynı
‘içerisi’ anlayışına referanslıdır). Oysa antropologlar, örneğin şamanik
kültürlerde kişinin birden fazla ruhu olduğuna, bu ruhlardan birinin dışarı
çıkıp dolaştığına, hatta bir süre için dışarıda kaldığına inanıldığını
belirtiyorlar. Keza Buddha inanışında Benliğin Varlıkla ilişkili tanımı böyle
bir içselliğe ya da onun şahıslaştırılmasına yabancıdır. Kuzey Sibirya
yerlileri, ya da Levi Strauss’un incelediği güney yarım küre yerlileri vb.’lerinde
de insan bizim anladığımız tarzda -kendilik algısına dönük- şahıslaştırıcı bir
içsellikle değil başka -özellikle gayri şahsi- kabilesel düzeneklerle düşünülür
vb. Öyleyse bu içselliğin topografyası -aşağıda göreceğimiz gibi- modern dünya
görüşüne ve onun ‘kendi’lik algısına sıkı sıkıya bağlıdır.
Kendi (self) Batı’nın keşfidir
ve nihai anlamı içselliktir. Bu içselliğin inşasında tayin edici unsur Antik
Grek’in varlıksal akıl (ontik logos) algısından kopuştur. Bu kopuşu hazırlayan
ve Batılı içselliği inşa eden belli başlı uğrakları -kronoloji gözetmeden-
şöyle sıralayabiliriz: Birincisi, Platon’un sıkı bir takipçisi olan ve tanrıya
içsel aydınlanmayla, içsel sevgiyle ulaşmayı vazeden, Batılı aydınlanma
geleneğinin kurucusu St. Augustinus’un (M.S 354-430) yarattığı muazzam
derinlikte içsel bir Hıristiyanlık inancı ‘kendi’nin içselliğinin
şekillenişinde radikal bir başlangıçtır. İkincisi, yine St. Augustinus kaynaklı
Erasmuscu geleneğin takipçileri olan filozoflar ve Lutherci reformasyonun
büyüyü asimile etmiş bir Hıristiyanlığa karşı verdiği mücadelenin eseri olan,
“insanları tanrıya yönelmiş bir içsellik olarak görmek adına, dışsal buyruk
dinine şiddetle karşı çıkan, … ‘içsel yaşam ve sevgi boşluğunun, zorlayıcı ve
içeriksiz-kuru bir bağlılığa… yolaçtığı’, tanrının kahhar ve kaprisli bir tiran
gibi davrandığı, ve bir tür kölelik öngören tanrı buyruklarına zoraki ve
mecburi bir teslimiyet talep eden korku dinine karşı” (C.Taylor: 2001:249)
çıkan Deist gelenek (Laikliğin Diderot’nun mekanik rasyonel
takıntısından önce, asli kaynağı bizzat Hıristiyanlığın kendi içinden doğan
batılı içselliğin ve öz-saygının iki referansından biri olan Deizmdir -öteki
de cogito’dur-). Üçüncüsü, temelde sıkı bir deist ve St.
Augustinci olan fakat tanrı yerine doğaya referanslı bir vizyonu ileri süren
Rousseau’nun, Hıristiyanlığın ilahi takdir ve inayetin sesi olarak vazettiği
hakikatin sesini, doğanın sesine, yani insan kalbindeki ‘iç ses’ (vicdan)
olarak derin bir içselliğin sesine aktarması modern bireyin kimliğinin asli
bileşenidir (J.J. Rousseau, Emil). Ve nihayet
Kartezyen uğrak, St. Augustinus’a hem bağlı hem de borçlu olan R. Descartes,
Platoncu (varlığın kozmik düzenine açık olan, düzen kavramını oradan alan ve
akıldan onunla uyum vizyonu içinde ‘onu=kendini’
kavramayı=açığa çıkarmayı anlayan) varlıksal aklın (ontik logos) yerini, ruh-beden (özne-nesne, içerisi-dışarısı vb.)
bölünmesine uğratmak yoluyla değiştirerek, Cogito adı altında
içsel bir düşünümselliği (tefekkür-meditation-)bireyin
varlıksal ikametine tahsis etmesi, yani onu, bedeni ve dış dünyayı nesneye
çeviren salt bir akıl varlığı olarak ilan etmesi, modern bireye kimliğini veren
nihai darbe (devrim) olmuştur. Bu devrim Kant’la birlikte, Descartes’ın ‘bir
şey üzerine düşünen’ öznesinden, ‘kendi üzerine düşünen’ özneye geçmek yoluyla
nihai biçimini alır. Kant’la birlikte artık insan aklın buyruğuna (yasaya) göre
yaşamı düzenleyen ve onun buyruğuyla eylemde
bulunan bir varlıktır. Aklın egemenliğinin ve batı içselliğinin bu
nihai tescili dünyanın İnsan merkezci bir dünya (Batı dünyası) olduğuna dair
bir inancı mutlaklaştırır. Kısaca Descartes’ın aklı özne haline getiren
Kartezyen öznesi, sonradan Locke ve Kant’la tahkim edilmiş olsa da, asıl işi
yapmış, insanı varlık alanından radikal anlamda ayırmış, koparmıştır. Varlık
alanı ise, artık Galileci, Newtoncu prosedürel aklın bir inceleme nesnesine
indirgenmiştir. Her ne kadar bu kopuşu, Heidegger ‘varlığın unutuluşu’ olarak
lanetlemiş, Weber onu ‘dünyanın büyüsünün bozulması’ olarak nitelemiş, Marks
yabancılaşma üzerinden okumuş, [Marks’ın yabancılaşmaya atfettiği anlam tam da
bu modern içselliğin nesnede kayboluşunu (Feuerbach tanrıda kayboluşunu ele
almıştı) anlatan bir dizi argümandır. Dolayısıyla yabancılaşma kendiliğin olumsuzlanması
(ya da öznenin yıkımı) değil kendilik duygusunun/bilincinin nesnede kayboluşu
olarak okunur ve bu anlamda moderne başkaldırı ruhunu inşa eden 1790-1848
romantikleri, 1890-1940 modernist sanatçıları ve Marksistler modern içinde moderne karşı bir blok oluşturur] ise
de; ve her ne kadar sonradan (J.G. Fichteci) ‘ulusal onur’a dönüşmüş bu içsel
kendilik duygusu ya da bilincinin, farklılık, ötekilik ve dışlama gibi çeşitli
biçimlere bürünen ırkçılığın temel referansı olduğu görülse de, bu aşamada -şimdilik-
bir değerleme yapmadan yürümeye çalışalım ve öncelikle, içsellik inşasının
zirvesi olan modernin, Grek’lerin ontik logos’undan kopuşunun ne anlama
geldiğini kısaca izleyelim.
2. Ontik Logos ve Grek Etiği
Batı kültüründe bir hakikat
açıklamasının aynı anda bir hakikat edimine dönüşmesi, Hıristiyanlığa ve onun
itiraf ve kendinden feragat geleneğine özgü değildir. Kişinin kendiyle kurduğu
özgül ilişkide temellenen, kişinin inandığı şeyi söylediği ve inancın hakikatle
tam anlamıyla örtüştüğü bu geleneğin (Foucault’nun Batı eleştiri geleneğinde
asketik bir damar olarak irdelediği Parrhesia geleneğinin)
ilk figürü Sokratestir. Burada doğru ya da hakikat sadece sözel değil aynı
zamanda cesaret gerektiren etik bir deneyimdir. Oysa Descartes’dan itibaren
‘doğru’ sözel bir etkinliktir ve bir deneyim değil, kuşku ve ondan türeyen bir
niyet meselesidir. Sokrates sofistlerin ‘doğru’nun herkesin kendi çıkarı ve
tercihleri doğrultusunda bir yaşam tarzına sahip olması olduğu savlarının
karşısına, ortak yaşamın ortak bir ölçüyü gerektirdiğini ve bunun da akıl
(logos) olduğu savını çıkarır. Herkesin kendi yaşamının logosa sahip olması
gerektiğini, dizginsiz haz ve tutkuların bir kaos ve ahlaki yozlaşmayla
sonuçlanacağını savunur. Foucault’ya göre Sokrates politik bir eleştiri sunmaz,
bu yüzden eleştirel bir parrhesia kullanmaz
fakat kendisi bir parrhesaistestir. Söylediklerinin
doğruluğunun kanıtı, onun söylediklerine inanması ve inandığı şeyi cesaretle
dile getirmesidir. Yazı yazmaz, sokaklarda her tanıdık karşısına çıktığında
onları bilgelik, hakikat ve ruh mükemmeliyeti konusunda dikkatli olmaya davet
eder. Foucault’ya göre, felsefi bir parrhesia böylece
kendine özen gösterme (epimeleia heautou) temasıyla
ilintilendirilmiş olur. İnsanlar kendi yaşamlarının logosa uygun olup
olmadığını Sokrates’i bir denek taşı, bir mihenk (basanos) olarak
kullanmak yoluyla kendileri test ederler. “…siyasi parrhesia’da
hakikat ve cesaret arasında bulunduğunu saptadığımız ilişkilerin yanı sıra,
Sokrates’le beraber yeni bir öge ortaya çıkar; bios. Bios Sokratik parrhesia’nın odak
noktasıdır… O halde bu sokratik parrhesia etkinliğinin
amacı, muhatabı, logos’la, erdemle, cesaretle ve hakikatle Doryen bir armoni
uyarınca akort edebilen bir yaşam (bios) tarzını seçmeye sevk etmektir”
(Foucault, 2012:80). Yasa ya da logosla akort edilmiş bir yaşam (logos/bios uyumu) güç biçimlerine
(zenginlik ve savaşçı cesaretine) atfedilen saygınlığın yerini alır. Sokrates
böylece hakikat söylemini bir hakikat edimine ve bir etiğe dönüştüren (aynı
zamanda da düşünce suçundan ölüm hükmü giyen) ilk kişi olma onurunu kazanır. Sokrates
yeni bir saygınlık kipi (yasaya boyun eğişi bir adalet erdemiyle saygın
kılarak) ortaya koymuştur. Bundan böyle sofistlerin (zenginlerin pohpohçusu
aydınların) yaptığı gibi, sokaklara çıkıp ün-şan-şöhret peşinde koşarak,
retorik öğreterek ya da arzu canavarları olarak saygınlık kazanılamazdı, ya da
artık saygınlık için ille de savaş meydanında akıl dışı bir dürtü ya da gizemle
insanüstü cesaret gösteren bir savaşçı olmak gerekmiyordu. Saygınlık, artık
hakikat söylemi aynı anda hakikat edimi ise, aklın ilke olduğu iddiası aynı
anda yaşam o ilkeyle akort edilmişse kazanılabilirdi. Bu açıktır ki, savaşçı
(askeri) cesareti ve zenginliğe/arzu doyumuna atfedilen değerin hızla değer
yitirmesi ve akıl (logos) ilkesinin değer kazanması anlamına gelir ve Platon
tam da bu iki kampın uzlaşmaz bir savaşa tutuştuğu ideolojik iklime doğar.
Platon, Devlet’de (1992), akıl
yoluyla ‘kendine hâkim olma’ etiği ve tutkular yoluyla ‘kendinden geçme’ (şan
şöhret) etiği arasında hayatın her alanına yayılan çatışmayı yoğun bir biçimde
tartışır. Platon’un Devlet’i, bir akıl ve düşünüm etiğinin
eylem ve şöhret etiği üzerinde üstünlüğü yoluyla ilerleyen uzun (Hıristiyan ve
Kartezyen) gelişme sürecine önemli bir katkı ve referanstır. Bu akıl ve
tutkular arasındaki çatışmada aklın üstünlüğü, ahlaki amaçların üstünlüğü
değil, varlıksal bir düzenin üstünlüğüdür. Platon’da aklın hakimiyeti bu iki
yetinin dolaysız karşılaşmasından çıkmaz (zira ya tutkular aklı esir eder ya da
akıl tutkuları bastırır). Platon çözümü akıl ve tutku arasına üçüncü bir ögeyi
‘ruhu’ koymakta bulur; “Ruh için şöyle düşün: Ruh, bakışlarını gerçeğin ve
varlığın aydınlattığı bir nesneye çevirdiği zaman onu kavrar, bilir ve tam bir
anlayışa varır. Ama, karanlıkla karışık doğan ve ölen geçici şeylere çevrildi
mi, yarım yamalak, bulanık görür onları. Bir görünüşten ötekine, bir uçtan öbür
uca atlar; aklını işletemez olur” (Platon, 1992: 508d). Kötü ruh arzular
tarafından paramparça ve ebedi çelişki içindeyken, iyi ruh düzene (kosmos), ahenge ve armoniye katılır. Hatta Platon onları
bir tür ‘iç savaş’ halinde olarak betimler (440b). C.Taylor’a göre Platon’da
ruh “ilkesel olarak hükmi (de jure) bir yer; tekil
bir yerdir. Yerin biricikliği ve bundan dolayı tüm düşünce ve duygunun tekil
yeri olarak bu yeni ruh kavramı akılcı hegemonyanın ahlakıyla birlikte gelen
bir esastır. Ruh kişinin bütün ahenk ve uyumunu meydana getiren aklın kendine
hâkim olma anlayışı içinde ulaşmak istediğimiz en yüksek kişi olmalı.”
(2001:120) Eğer dışarısını ‘polis’ (ya da görünüşler dünyası) olarak, içerisini
de ruhun dispoziyonları olarak alırsak, içerisinin yani aklın üstünlüğünün,
-aklın da içinde olduğu varlıksal bir düzen- vizyonunun (443d) üstünlüğü
anlamına geldiğini görürüz. Ve buradaki ‘içeride’nin, bizim atfettiğimiz
anlamda ‘içerisi’ ile, yani Descartes’cı ‘içerisi/zihin’ ile hiçbir bağlantısı
yoktur. Ahlaki kendi’nin akıl temelinde bu merkezileşmesi bir içsellik olarak
söz ettiğimiz şeyin dönüşümünün önkoşuludur, fakat bu merkezileşme
içselleşmenin kendisi değildir. Platon’da (ve antik düşünürlerde) bir
içeri-dışarı dili yoktur. Yine de Sokrates ve Platon’un düşüncesine
eklemlendiğini gördüğümüz birleşmiş ‘kendi’ olmadan, Augustinci ve giderek
modern içsellik kavramı asla geliştirilemezdi. Platon’daki temel sorun ruhun
bakışını gelip geçici olan eylemden, yani şöhret ve doyum peşinde koşan zevkler
ve tutkulardan, iyi idesiyle (hakikatle) aydınlanan Logos’un yoluna çevirmektir. O zaman, burada ‘logos’ ve
‘İyi’ idesinin anlamı bize, Platon’daki aklın üstünlüğünün ahlaki bir ‘amaçlar
krallığı’nın değil, varlıksal bir düzenin hakimiyeti olduğunu gösterecektir.
Aklın düzen (kosmos) kavramıyla
ilintisi en açık olarak Devlet’in IV. kitabında
sağlık analojisiyle ve Timaios’da (1997) evren
anlayışıyla ortaya konmuştur. Ruh doğası gereği aklın en üstün olduğu belirli
bir düzen türünü gereksinir ya da ona meyleder, bedenin sağlık olarak
tanımladığımız bir düzeni gereksinmesi ya da ona meyletmesi gibi (Devlet: 444d). Erdem de bu durumda ruhun bir tür güzellik,
sağlık ve iyilik koşulu olacaktır: “Öyleyse iyilik (erdem) ruhumuzun sağlığı,
güzelliği, düzeni; kötülükse, hastalığı, çirkinliği, çürüklüğüdür” (444’e).
Akıl ise bir görme ve anlama kapasitesidir (534’a). Akıl yoluyla kavramak
“kanıtlarını görünene değil, olana dayayarak, düşüncesini aydınlığa çıkarmak’
(534c) ve düşüncesinin hesabını sanıyla (doxa) değil bilimle
verebilmektir (534d). Böylece akılla yönetilmek doğru vizyon ve kavrayışla
yönetilmek demektir. Bu noktada aklın egemenliği kendini-olumlama (kendine
hâkim olma) tarzı haline gelir. Bu olumlama kişinin sahip olduğu ya da tercih
ettiği önceliklerle haklı kılınabilir (558-559). O halde akıl (logos) bir doğal
ve adil düzen algısı olarak anlaşılabilir ve akıl yoluyla yönetilmek de bu
düzen vizyonuyla yönetilmek demektir. Akıl düzen vizyonunu ‘iyi’ idesinden
alır. İyi ise akla içkin değildir, ya da aklın ‘içinde’ değildir. İyi, kozmik
bir varlıksal düzen ve adalet idesidir. Timaios’da sergilenen
Platon’un evren (dünya) öğretisi baştan sona varlıksaldır. Bir astronomi ve
fizik bilimleri öğretisi sunanTimaios’da düzen (kosmos) kavramı, tüm gücünü ve meşruiyetini geometri ve
matematiğin düzen, denge ve armonisinden alır. İyi idesinin hakikat, ya da
‘gerçek varlık’ atıflarıyla gönderme yapılan anlamı, bizzat matematiğin bu
düzen, ahenk ve armonisi (sağlık) demektir. Rapheal’in Atina Okulu tablosunda bir eliyle koltuğunun
altında Tiamios’u taşıyan Platon’un öteki eli yukarıyı gösterirken,
Aristoteles ‘Nikomakhos’a Etik’ini bir eliyle yere yatay taşır ve öbür
eliyle de aşağıyı işaret eder. Platon burada fizik ötesini değil, matematik
soyutlama ve onun düzenini kavrayan zekayı (kısaca teoriyi) işaret ederken,
Aristoteles, yeryüzünü, daha doğrusu pratiği eylemi işaret eder. Her iki
düşünür için de söz konusu olan varlıksal bir teori ve pratiktir. Dolayısıyla
akıl (logos) hem evrenin bir parçası hem de onu kavrayan bütün olmak
bakımından, varlıksal bir bağlılık içinde tanımlanmıştır. Adil bir düzen
vizyonu akılcılık için ölçüttür, o zaman akıl (logos) ve bizim akılcı
hale gelmemiz bizde yer alan bir şey olarak, fakat daha da ötede bizim yer
aldığımız daha geniş bir düzenle (kozmik düzenle) bizim bağlantımız olarak
tanımlanmıştır. Ruh tam da doğası gereği bu düzene, güzele ve iyiye dönme
eğilimindedir. Nasıl ki fiziksel göz bir şeyi görmek için o şeye doğru dönmek
durumundaysa ruh da istencimizi ve bu vizyonu kavrama kapasitesi olan aklımızı
‘iyi’ye doğru döndürme gücüdür (518c). Bu nedenle “Eğitim, ruhun bu gücünü
“iyi”den yana çevirme ve bunun için en kolay, en şaşmaz yolu bulma sanatıdır,
yoksa ruha görme gücü vermek değil;” (518d). İnsanları bilge yapan, ruhun
bakışlarını karanlıktan gerçek varlığın aydınlığına çevirme meselesidir (517c).
Ve bütün ruh erdeme erişmek için dönmelidir. Bu bir içselleştirme kapasitesi
meselesi değil, fakat daha çok dönme/dönüşüm meselesidir; “Ama kabuk oyununda
(yazı-tura benzeri bir oyun -hç) akla karayı bulmaya benzemez bu iş. Ruhu
karanlıktan aydınlığa çevirme, yani gerçek varlığa yükseltme işi bu. Bizim
gerçek felsefe dediğimiz de budur işte” (521c).
O halde; demek ki ‘gerçek varlık’ ya da ‘İyi’, içeride
değil dışarıdadır. Ruh dikkatini ‘gerçek varlığa’ (varlıksal düzene) çevirirse
ona katılır ve onu, dolayısıyla kendini kavrar/açığa çıkarır. Platon için
varlığa iştirak etme/katılma deneyimi ‘dolaysız’ esin, esrime ya da sanıya dayalı
inanç ve varsayımlarla değil, tam da Spinoza’daki kudreti artıran upuygun
fikirlerde olduğu gibi bir bilme dolayımına bağlıdır. G. Deleuze’un Spinoza
anlatısında örneğin, Platon’un ruhu iyiye döndüren eğitim çözümüyle,
Spinoza’nın çözümü arasındaki benzerlik oldukça belirgindir; Spinoza’da, “
‘zihin yeterli fikirlere sahip olduğu ölçüde, zorunlu olarak belli şeyler
yapar, ve yetersiz fikirlere sahip olduğu ölçüde, zorunlu olarak başka şeylere
maruz kalır’; ‘bir zihnin eylemleri yalnızca uygun/yeterli fikirlerden
yükselir; tutkular yalnızca yetersiz fikirlere bağlıdırlar.’ Dolayısıyla uygun
etik soru nasıl etkin hale gelebiliriz şeklindeki metodolojik soruya bağlanır.
Uygun fikirler üretmeye nasıl ulaşabiliriz?” (G. Deleuze, 1997: 221). O halde
Platon için (aslında tüm antik filozoflar için) hakikat sadece varlığa değil,
aynı zamanda -eşanlı olarak- bilmeye içkindir. Dolayısıyla İyi (hakikat) hem
varlık açısından hem de bilme açısından öncedir. Varlığı (ve kendini) bilme
bir açığa çıkarmadır (bir şeyin başka şey haline
gelmesi anlamında düzenin, güzelin ve erdemin siciline kayıtlı poiesis),
yani kendisine sevgiyle açık olan varlığa (düzene) katılma (dönüşüm) yoluyla
-düzenin açığa çıkışı olarak- bilmedir. Tüm antikte aklın düzene katılması
(hakikate yönelmesi); teorinin, fikirlerin gerçekleşmesi ve argümansal
doğruluğun da ‘haklı eylem’ demek olması gibi temel özellikler üzerinden
okunur. Özetle akıl -ya da günlük dille söylersek, düşünce, düşünülen şeyden
ayrı değildir. O halde, saygınlık atfedilen temel değer olarak bilgelik, her şeyden önce tutkular karşısında kişinin
kendini akılla yönetmesi -kendisinin efendisi- olmasıdır (Descartes’da bu durum
‘doğanın efendisi’ olmaya evrilecektir).
O halde Platon’un ruhun bakışını karanlığa (iyiyi
bireyin arzu ve tutkuları peşinde koşmasıyla tanımlayan şan şöhret etiğine)
çevirmeye çalışan ve demokrasi adı altında topluma egemen olan görünüşün (polis’in) değerlerine karşı amansız bir savaş vermeyi
seçmesi, -“Biz devletimizi, bütün topluma birden mutluluk sağlasın diye
kuruyoruz. Yoksa bir sınıf, ötekilerden daha mutlu olsun diye değil.” (420b)-
son derece anlaşılırdır. Bu yüzden Platon hedefe, aklın karşında yer alan,
akılsal olmayan (alogia) iki büyük gücü -tutku/arzu ve esin/esrime- koyar.
Birincisi Atina’da İ.Ö.6. yüzyıldan itibaren ticaretin gelişmesiyle öne çıkmış
değeri parayla/zenginlikle ölçen ‘yeni’, ikincisi ‘heroik toplumun’ askeri
savaşçı geleneğini sürdüren ve esas olarak erdem ve onuru fiziksel cesarete
endeksleyen ‘eski’ olan değerler. Tutkularla ilgili olarak Platon, bireyin arzu
ve tutkularının doyumunu ‘iyi’nin garantörü olarak gören Sofistlerle
çatışır; esinle ilgili olarak şairlerle çatışır (Sokrates’e
şairlerin erdemle değil, tanrı tarafından ‘çarpılmış’ bir esinle konuştuklarını
söyletir); esrimeyle ilgili olarak ise (savaş alanında kendinden geçme
yoluyla eriştiği delice bir cesaretle saldıran) ‘savaşçı ruhu’yla çatışır. İki
ahlaki duruş, şan şöhret etiği ve askeri-savaşçı etiği Platon için aklın
(düzen, ahenk, ölçülülük, kısaca bilgeliğin) egemenliğinin düşmanıdır. Fakat bu
çatışmanın görünüş alanındaki tezahürlerle (görünürlük düzeyiyle –polis’le-) ilgili olduğu unutulmamalıdır. Çünkü o,
hakikatin düzeninde şairin imgelemini de cesaret erdemini de yok saymaz.
Örneğin Phaidon’un başlarında Sokrates ölüme giderken ona “Sokrates
şiir yaz, güzel sanatlarla uğraş… Bir şairin, gerçekten şair olmak istiyorsa,
sözleri sıralamakla kalmayıp hayaller kurması gerektiğini düşündüm” (1943:60’e,
61b) dedirtir. Aynı şekilde Homeros’un şiirinde dile gelen cesaret, cömertlik,
fedakârlık gibi savaşçı etiğini çağrıştıran değerleri de olumlar. Ruhun
hakikate yönelmesi aynı zamanda bir cesaret işidir (tam da Kant’ın ‘Aydınlanma
Nedir’ makalesinde, ‘bilmeye cesaret edin’ dediği anlamda, bilgiye ulaşmanın
cesareti gerektirmesi anlamında). O halde, Platon’un temel jestinin, tutkuların
ve hırsın esiri olan zenginlik ve güç peşinde koşmak, ‘para kazanmak’, ‘para
kazanmak için çalışmak’ ve ‘savaşçı cesaretine’ yüklenen şan ve şöhrete karşı
olmak, olduğunu belirtebiliriz. Ayrıca Platon’un etik duruşu, -politik
yenilgiyi ve iktidar nimetlerinden yoksun kalmayı peşinen göze alarak- ‘İyi’
(Hakikat) demek olan ‘Adalet’ arayışına ve talebine sıkı sıkıya bağlanır.
Bilgelik, güç ilişkilerini umursamadığı için mutlu ve saygındır. Yine de mağara
örneğinde görüldüğü gibi Platon bilgeye tekrar mağaraya girmesini ve karanlıkta
kalan insanları aydınlatması gerektiğini hatırlatır. Bu, teorinin, nihai olarak
politik bir işleve sahip olduğunun en açık bildirimidir.
Genelde, Platon’la Aristoteles arasındaki fark,
Platon’un bireye dışsal olan dünyaya öncelik verdiği, Aristoteles’in ise
bireyin içkin mükemmelliğine öncelik verdiği şeklinde ifade edilir. Fakat her
halükârda ikisinde de dünya varlıksaldır (ontik). Ne Platon dünyada karşılığı
olmayan bir şeyin idealar alanına girmesine izin verir ne de Aristoteles’in
evrenselleri (tasımın sentetik öncülleri) dünyanın dışındadır; “mutlak olarak önce ve daha iyi bilinen’den de duyulardan en
uzak nesneleri anlarım” Aristoteles,1967:7). Sentetik öncüller ‘duyulardan en
uzak’ olanlardır, fakat yine de ‘nesneler’dir. Denebilir ki hem Platon’un
idealar evreni hem de Aristoteles’in madde biçimci (hylemorphic)
evrenselleri bir ayağı dünyada (madde-hyle) bir ayağı ruhta
(biçim-morphic) olan varlıksal bir yerleşim içindedir. Ahmet
Arslan’ın Metafizik’in çevirisine düştüğü şerhlerde açıkça
belirlediği gibi “logos hem kavram (şeyin zihindeki özü, şeyin düşüncesi -yani
tanımı, onun formudur- hem de ontolojik bir anlama sahiptir. Düşünce nesnesinin
kendisidir”, “Düşüncenin kanunları varlığın kanunlarıdır” (Aristoteles, 1985:
92, 151)]. Başka deyişle akıl (logos) varlıksaldır demek, onun
varlığın-dünyanın ‘içinde’ olduğunu söylemektir.
Modernde ise düşünce ve duygunun yeri zihinle-akılla sınırlanır, akla
hapsedilir ya da aklın ‘içinde’ dir. Bu iki yerelleştirme
tarzının bilme jestleri (ya da düşünsel öznellikleri) de doğal olarak
farklıdır. Antik logos’un varlıksal konumlanışını anlamanın kısmen zor olduğuna
dikkat çeken Charles Taylor’a (2001: 185-98) göre logos’un dünya (nesne) ‘içinde’liği ile, Kartezyen aklın tüm dünyayı hapsettiği
aklın ‘içinde’si arasında anlamsal hiçbir benzerlik yoktur.
Buradaki varlık/dünya ‘içinde’ düşünme edimi, edimin her iki yanını, yani
düşünceyi ve nesneyi, doğru bağlaması halinde, gerçek bilginin her ikisinin
birlikteliği ya da birleşmesinin (öncülün) nesneyle çakışması, örtüşmesi
anlamında içindedir. Gerçekliği içinde bilgi sadece nesnenin
gerçekliğiyle birlikte olduğunda bu iki yan birleşir ya da gerçek ve doğru
bilgi ortaya çıkar. “Bu Platon ve Aristoteles’in bilgi teorilerinin altında
yatan şeylerin tertibatıdır. Aristoteles, ‘gerçek bilgi kendi nesnesiyle
özdeştir’ ya da ‘duyulur nesnenin gerçekliği ve anlam kavrayışı bir ve aynı
eylemdir, ve ancak varlıkları arasındaki ayrım bakidir’ dediği zaman, o
Descartes ve Locke’la egemen hale gelen temsil kurgulamasından çok uzak olan
bir bilme kavramıyla çalışmaktadır… Gerçek bilgi, gerçek değerleme yalnızca
özneye yerleşmiş değildir… İnsanın doğru bilgisi ve değerlemesi kendimizi,
şeylerin her zaman varlıksal olarak sahip oldukları anlama doğru biçimde
bağlamamızdan gelir. Başka deyişle, sadece gerçek bilgi ve değerlemenin bu
bağlama meydana geldiği zaman açığa çıktığını söyleyebiliriz” (C.Taylor, 2001:
186). Aristoteles için, nesnenin değerlemesi zihnimize ait bir olay değildir, çünkü
o değer-bilgi akla ait değildir, aklın da parçası olduğu ‘düzen’de (kosmos’da), yani nesnede var olan değere akıl katıldığında
(düşünce nesneyle doğru bir biçimde bağlandığında, ya da varlıkla tanım
özdeşleştiğinde) gerçek, logos olarak ortaya çıkar. O halde temel sorun,
bilginin özne ya da nesneyle değil bu ikisinin bağlanma tarzıyla ilgilidir.
Bilindiği üzere Aristoteles düşünceyi nesneye doğru bağlama tarzı için kendi
tümden gelimci tasım yöntemini, sentetik yöntemi ileri sürer. Onun bilme
yöntemini aşağıda Spinoza ile karşılaştırma yoluyla ele alacağımız için, burada
irdelemiyoruz.
Aristoteles ‘Ruh Üzerine’de (1992), ruhu, ruh-beden
birliği zemininde bedenin entelekyası olarak tanımlar. Bir şeyi o şey yapan ne
ise, o onun entelekyasıdır. Yani, “‘Entelekya’ kendi amacıyla tamamlanmış
varlık demektir. Entelekya bir şeyin varlığını tamamlamayı başarmaktır. İki
anlama gelir. Birincisi, ruh, madde-biçim birliğidir (fakat bunu bir yanda
madde öte yanda biçim şeklinde koymamalıyız: -biri sadece öteki aracılığıyla ve
öteki olarak gerçekleşir), bir bedenin entelekyası olarak ruh bir bütün olarak,
bir karmaşa olarak -ve nihayet bir beden olarak, bu bedendir.
Bedenin entelekyası böylece bedenin biçim olarak madde ve madde olarak biçim
olduğu beden bakımındandır. İkincisi, Aristoteles için genelde ve bizim için
çok önemli olan, gerçek entelekya, bugün birçok ahlaki ve politik bulanıklık
taşıyan bir sözcükle, her zaman bireyseldir. Entelekya
bir beden kavramını amaçlar fakat bir bedeni değil.
Bir bedenin entelekyası olarak ruh bu beden demektir ve bu beden buradaki biridir” (J.L.Nancy, 2008:127-128).
Dolayısıyla, bu biri, bu biri olma hareketi içinde olgunlaştığı ölçüde bu
biri olmayı tamamlar. Ancak gerçekte tamamlama asla bitmez, amaç/form asla sona
ermez. Bu o birinin yaşam yolculuğudur ve amaç yaşamın her anında
kendi entelekyasının biçimini almaktır. Bu nedenle tutkular/istekler
Arsitoteles için bu amacın biçimlenişini, -Platon’da olduğu gibi- zorunlulukla
engelleyen şeyler değildir. Tersine aklın denetimi altında olduğu sürece
tutkuların yok edilmeleri gerekmez. Örneğin öfke aklın denetimi altında olduğu
sürece ahlaki bir değer ifade eder. Esas olan insanın hayvani ruha ait olan
tutkularını eğitmeyi (kontrol etmeyi) alışkanlık haline getirebilmesidir. Bu da
Aristoteles’in yaşamın en önemli erdemi saydığı basiretle (phronesis) mümkünüdür. Platon bunu bir ‘bilme/eğitim’
dolayımına bağlamıştı, Aristoteles ise etik bir endeks ileri sürer; basiret (phronesis). Platon’da ontik logos’un cisimleşmeleri için
bir tehdit oluşturan, güç biriktirme modellerinin ve tutkuların görünürlüğü
radikal bir tavırla reddedilirken, Aristoteles’in aristokratik tutumu içinde
tutkulara karşı tavrın belirgin olarak yumuşadığını görürüz. Aristoteles için
basiretli bir yaşam, tutkuların yok edilmesi ya da bastırılmasını değil aklın
kontrolünde ahlaki bir değer olarak yaşanması gerektiğini söyler. Dikkat
edilirse hem Platon hem de Aristoteles için “aklın hegemonyası” bir düzen
(kozmik düzen) vizyonuna bağlıdır ve her ikisinde de (ve giderek tüm antik
uygarlıklarda) etiksel ya da akılsal olduğu kadar varlıksaldır. Platon için
akılcı insan kozmik düzen yoluyla hareket eden biridir, Aristoteles için etik
olan, peşinde koştuğumuz amaçlar tarafından basiret yoluyla
kavranmış makul ve mutedil bir düzen anlamını taşır.
Özetle Platon’da, Aristoteles’deki gibi amaca (telosa, forma) uygun edim ya da
farkındalık var olmayı (=bilmeyi) tanımlamaz, yönelişin elbette bir amacı
vardır fakat bu amaç ikincil bir önem taşır, yani ‘kendinde’ değil ‘bilme
dolayımına’ (eğitime) bağlıdır. Oysa Aristoteles’de amaç, içkin bir insan
doğası/özü varsayımına bağlı olarak varlığın varoluş koşuludur.
“Aristoteles’in Nicomachean Ethics’de analiz ettiği
yapı, bu ereksel şema içerisinde, olan-insan ile asıl-doğasının-farkına-vardığında-olabilecek-insan
arasında köklü bir karşıtlık vardır. Etik, insanların ilk aşamadan ikinci
aşamaya nasıl geçebileceklerini anlamalarını olanaklı kılacak bir bilimdir. Bu
nedenle bu görüşe göre etik, belirli bir olanak (halinde olma) ve edim
anlayışını belirli bir rasyonel hayvan olarak insanın özü anlayışını ve
hepsinden önemlisi belirli bir insanal telos (nihai amaç) anlayışını
önkabullenir. Çeşitli erdemleri öğütleyen ve bunlara karşılık gelen zaafları
yasaklayan buyruklar, olanak halinden edim haline nasıl geçeceğimizi, asıl
doğamızın farkına nasıl varacağımızı ve asıl amacımıza nasıl ulaşacağımızı
öğretir” (MacIntyre, 2001:87-88). Platon’da Amaç (telos) kavramı
Aristoteles’in öğretisinde gördüğü işlevi görmez. Yukarıda belirttiğimiz üzere,
onun isteklerimiz ve tutkularımızın karanlığından, aklın/fikirlerin (bunlar
hakikatin cisimlenişleridir) aydınlığına ‘dönme’ sorunu, ruhun dikkatini o yöne
çevirme sorunudur. Oysa MacIntyre’ın belirttiği gibi, Aristoteles’de tutkular
ve duygular telos’un buyrukları ve etik çalışmanın verdiği eylemsel
alışkanlıkların geliştirilip yerleştirilmesiyle eğitilir ve ‘düzen’e sokulur.
Akıl bize hem asıl amacımızın ne olduğunu ve hem de ona nasıl ulaşacağımızı
öğretir. Bu tam da Aristoteles’in referansı olan basiret (phronesis–prudence) erdeminin
tanımıdır. Ve bu erdem hem akıl olarak refere edilen şey, hem de aynı zamanda
‘etik alışkanlıklar’ı anlatır. Yani hem teorik (entelektüel) hem de pratik
(etik) erdemdir.
3. Modern Cogito ve Etik
O halde, akılcılık antik dünyada olduğu gibi
gerçeklik/varlık vizyonu içinde içerili olmaktan, modern dünyada öznel
düşüncenin içsel bir özelliğine nasıl dönüştü? Yukarıda işaret ettik, Descartes
Batı’lı içselliğin oluşumunda Kartezyen devrim uğrağını temsil eder. Aklın
varlık alanından zihinsel bir içselliğe aktarılması, Descartes’da, Platon’a
bağlı St. Augustinci vizyonda bir burkulma yaratarak dış dünyadan değil,
düşüncenin özelliklerinden (içeriden) hareket eden bir vizyona dönüşür. Bizzat
bu yer değiştirme ya da aklın bu yerelleştirilmesi (localization), zihnin
içine hapsedilmesi, temelde antik bilgelik ve aristokratik onur etiğinden sonra
modern bir etik vazeder ve aklın tutkular üzerindeki hegemonyasının yeni bir
anlayışını teklif eder. Şimdi kısaca bu teklifi irdeleyelim.
Descartes’ın Almanya’da soğuk kış günlerinde o ünlü
sıcak soba başında geçirdiği tefekkür döneminde, duyuların ve aklın dış dünyaya
ait tüm bilgi, inanç, kanaat vb.’lerini eleyen bütün şüphe uğraklarından
geçtikten sonra ulaştığı tek şey ‘kesinlik’ti, ‘düşünüyorum’un kesinliği.
Spinoza için bu ‘hissediyorum ebediyim’ biçimini alır. [Gazali ise, -yaklaşık
beş yüzyıl önce- Descartes’ın geçtiği tüm şüphe uğraklarından aynı tefekkürle
geçer fakat ne ‘düşünüyorum’a ne de ‘hissediyorum’a ulaşır, dolayımların tümünü
atar ve ‘dolaysız deneyim’e, ‘titriyorum’a -‘tekbir’de ya da ‘vecd’deki transa-
varır. Bu dolaysız deneyimin, ‘iman’ olarak ilanının islam
coğrafyasındaki içsel inancı, düşünceyi ve başkası duygusunu imha
edici etkilerine islam bahsinde değineceğim]. Descartes’ın ‘Yöntem Üzerine Söylem’de (1998), ayrıntılarıyla verdiği
kanonlar, yani açık-seçik bilmeye giden yol i) kalabalıklar halinde
düşünmenin akıl dışı olması nedeniyle daha akılcı olan bireyin kendini
yönlendirmeyi kendisinin üstlenmek zorunda oluşu; ii)
dolaysız tefekkür (meditation) iii) tanrı
kanıtlamasının merkezi ve ıv) Cogito’nun devrimsel rolü, güzergâhını izler. [Birinci
madde tam bir sanı (doxa). Bilgi zaten kalabalıkların, tarihsel olarak
kolektifin ürünüdür. Descartes’ın Augustinus’a ve daha da öteye -şüphecilere,
bilim insanlarına, hatta Stoacılara doğru- borçlu olduğu insanları bir araya
getirirsek ciddi bir kalabalıkla karşılaşırız. İnsanlığın kolektif üretimi olan
bilgiyi veri almayan hiçbir ‘bireysel düşünce’ yoktur. Dolayısıyla ‘Bu benim düşüncem’, hatta diyebiliriz ki, medya çağında
‘bu benim imgem’ ifadeleri, en çok nesnelci bilim
insanlarının ve şairlerin sahip olduğu bir ‘hüsnü kuruntu’dur. Yazılı-sözlü
söylemin birinci tekil şahsı, düşüncenin orijinine değil gramatik bir
mecburiyete işaret eder. Şimdi kısaca diğer üç maddeyle ilgilenelim.]
Bu ‘düşünüyorum’a varlık yüklemek, yani özü
düşünmekten ibaret olan aklı bir özne, bir ‘ben’ olarak onaylamak üzere tanrıya
-Augustinci kaynağa- yönelen Descartes, kendi eksik (sonlu) varlığının kanıtını
mükemmel-eksiksiz (ve sonsuz) varlık olarak onda bulur. Böylece Tanrı,
kanıtlayıcı bir ilke olarak, bir neden olarak Kartezyen öznenin kuruluşunun
statik kanıtı haline gelir. Tanrı kanıtlamasının (benzerlik ilkesi yoluyla)
temel rolü düşüncenin bir varlık statüsü kazanmasına yol açmasıdır, yani
düşüncenin düzenleme ve toplama özelliğine (cogitare) dayalı olarak
‘cogito’yu bir ‘özne’, ‘ben’ statüsünde bir varlık olarak ilan etmeyi tanrıyla
yetkilendirmek. Bu akıl olarak öznenin, ruhun yeri öylesine içerde, öylesine,
kendi üstüne kapalı, içsel ve içkindir ki, Descartes onun içerdeki yerini
fiziksel olarak da saptamayı denemiş, beynin tam ortasındaki bir
‘beze/tümör/nokta’ (glande/gudde/kozalak) olarak tarif etmiştir
(Laberthonniere, 1977:203). Bedensizin bedenini, düşüncenin yerini, ontolojik
olarak göstermeye yönelen kışkırtıcı bir töz. Dolayısıyla ruh ve beden
bölünmesi ontolojik bir yarılmayı çağrıştırır. Bu noktada ruh tözsel (hatta
kütlesel) bir gerçekliktir ve tözsel olarak bedenle birliktedir (Ruh tözünün
bedeni ölümle terk ettiğini birçok kez tekrarlar. Ruh ölümle birlikte sanki
küçük küpidler gibi kadavranın ağzından kanatlarını çırparak çıkıp
gitmektedir). [Nancy’nin (2008/Corpus) ‘Ruh Üzerine’
bölümündeki analizinin tam karşıt cephede bir açılım sağladığına daha önce
değinmiştik.] Descartes için ruh/akıl tam da (kütlesel birlikteliği
dolayısıyla) bedenden gelen, yani duyular yoluyla gelen iç/dış izlenimleri,
duygulanımları düşünür ve onlardan hareketle fikirler, kanaatler üretir. Fakat
duyular yoluyla gelen bu fikirler bulanık, karışık ve yanılsatıcıdır. Gerçek,
kesin bilgiye ulaşmak için akıl bunlardan kurtulmak ve duyulur olanı dışarıda
bırakarak kendi doğası gereği, fikirlere salt düşünümsel (meditasyonel) olarak
ulaşmak zorundadır. Descartes zihnin bu duyulardan kurtulma zorunluluğunu çok
net olarak tasarlar. Res cogitans olarak akıl, res extensia olarak bedenden mutlak olarak ayrıdır:
“Bundan benim bütün özü ya da doğası yalnızca düşünmek olan bir töz olduğumu ve
varlığım için herhangi bir yere gerek olmadığını, ne de hiçbir maddesel şeye
bağımlı olmadığımı anladım. Öyle ki bu “Ben” eş deyişle beni ben yapan ruh
bedenden bütünüyle ayrıdır ve beden var olmasaydı bile, ruh ruh olmaya son
vermezdi” (Descartes, 1998:27). O halde düalizm konusunda Descartes’ın kafasının
oldukça karışık olduğunu mu söyleyeceğiz? Çünkü bulanık ya da yanılsatıcı
fikirler (duygular, izlenimler, kanılar vb.) tam da aklın duyu organlarına
bağlanmış olmasından gelir fakat aynı zamanda akıl kesin bilgiye, gerçeğe
ulaşmak için duyulardan kurtulmak ve doğası, özü gereği kendinden gelen
fikirlerle düşünmek zorundadır. Descartes’ın düalizmi içinde ortaya çıkan bu
sorunun paradoksal doğası, beden ve ruhun iki ayrı töz olarak kavranmış
olmasına dayanır. Çünkü böylesine içeriye -zihnin içine- yerleştirilen akıl (cogito), kendini kendinde temellendiren, kendi üstüne
kapalı, nüfuz edilemez ve nüfuz edemez, geçirimsiz bir dünyadır. Sonuçta, tanrı
dolayımlı benzerlik ilkesiyle varlığı ne denli
haklı kılınmış olursa olsun, böylesine geçirimsiz bir akıl varlığının ya da tözün, bu ‘içeri’ (zihin)
hapishanesinden nasıl kurtulacağı yanıtsız kalmıştır. Yani bu sadece (kütle,
nokta, gudde her neyse) bir töz olan (substance), fakat özne (subjectum) olmayan akıl, bedenle, dış dünyayla nasıl ilişki
kuracak ve özne olacaktır? Töz durumundan -tanrının uyruğu da olsa uyrukluk
konumundan- üstte, efendi, özgür irade olarak denetleyici bir özne konumuna
nasıl geçecektir?
Descartes için, Tanrı kanıtlaması, bu kez en üstünlük
-hiyerarşi- ilkesinin yardımıyla, tam da bu paradoksun aşılmasına yönelik
[aşılmasını sağlamasa ve Descartes’da aklın hep bir töz olarak kalmasına yol
açsa da -çünkü bu töz Kant’da ‘özne’ haline gelecektir-) merkezi bir önem
taşır. On yedinci yüzyıl Mekanik devrimin apaçık amacı olan doğanın fethi anlayışının
bir versiyonu olarak akıl, nesneyle ilişki kurmak için akıl yürütmenin olanaklılık koşulunu ortaya koymak durumundadır. Bu
koşul bir nedensellik inşa eder: düşündüğü kesin ve apaçık olan aklın, eksiksiz
tanrının üstünlüğüne tabi olması, (yani tanrının ‘ben’in yetkinliğini ve
iradesini koruyarak yaratması (eşbiçimlilik ilkesi) düşünce nesnesinin (dış
dünyanın) kendisine tabi olmasının nedenidir. [Dikkat edilirse bu neden bir
‘kanıt’ değil, -daha sonra değineceğimiz- benzerlik ve en üstünlük ilkelerinden
hareketle yapılan bir türetim, bir çıkarımdır.] O halde cogito denen ‘varlık’ fiili olabilmek için (ya da ruh
özgür olabilmek için) duyulara verili olan nesne dünyasını (bedeni) nesneleştirmek zorundadır. Başka deyişle bu çıkarım,
aklın işleyiş ve işlevinin olanaklılık koşulunun nesneler olduğunu ve bu
nesneler dünyasının aklın efendiliğine tahsis edilmesi gerektiğini ifade eder.
C. Taylor, Descartes’ın akıl yürütmek için nesneye Platon’da olmadığı kadar
bağımlı olduğunu belirtir. “Kartezyen kendi bedensiz doğasını bedensel olanı
nesneleştirmek yoluyla keşfeder ve onaylar” (2001:146). Aslında Hıristiyanlıkta
ancak öte dünyada, hapishanesi olan bedenden kurtulunca özgürlüğüne kavuşan
ruhu Descartes tam da bu dünyada, bu dünyayı nesnesi kılmak yoluyla özgürleştirir.
Weber’in öte dünyacı çileciliği (keşişten alıp tüccara vererek) bu
dünyalılaştırması gibi, Descartes’da ruhu bu dünyalılaştırarak (tanrıdan alıp
insana vererek) özgürleştirir. Tanrı kanıtının en üstünlük ilkesiyle meşrulaşan
hiyerarşik özne statüsü, ruha/zihine bu dünyayı nesne kılarak özgürlüğünü ve
efendiliğini bahşeder. Bilgi ve denetim arasındaki bağlantı Descartes için
zaten apaçıktır. Ünlü bir pasajda şöyle der; “kesin bilgi aracılığıyla… ateşin,
suyun, havanın, yıldızların, göklerin ve çevremizdeki tüm başka cisimlerin
kuvvet ve eylemlerini zanaatçılarımızın değişik uygulamalarını bildiğimiz denli
seçik olarak bilebilir ve onları aynı yolda uyarlanmış oldukları tüm
kullanımlarda uygulayabilir, böylece kendimizi doğanın efendileri ve sahipleri
yapabiliriz” (Descartes, 1998:45). Bu efendilik/sahiplik bağlamında akıl artık
hegemonik bir güçtür ve bilginin (doğa üzerindeki hakimiyetin) ve iradenin
(tutkular üzerindeki hakimiyetin) yegâne referansıdır. Platon’da ontik logos,
kişinin içinde olduğu varlığın, kozmik düzene uyumlu bir vizyon içinde,
düşüncenin gerçekleşmesi olarak açığa çıkışıdır. Descartes’da ise kesin bilgi,
dünyayı nesneleştirme yoluyla, aklın doğayı ve tutkuları kontrol altına
almasıdır. Yine Platon’da varlık-gerçeklik sevgiyle kendisine açılan kozmik
düzendir ve düşünce bu düzenin somutlaşmasıdır. Descartes için artık böyle bir
düzen yoktur. Çünkü ‘düzen’in yerini ‘düzenleme’ yani kozmik düzenin yerini
aklın gerçekliği ‘düzenleme’si almıştır. Gerçeklik bundan
böyle bizzat ‘akılcı düzenleme’ye tabidir. Descartes’ın bu akılcı efendi
modelini araçsal bir denetim tarzı olarak sunması, aynı zamanda varlığı açığa
çıkaran/varlıkla açığa çıkan akıldan (ontik logostan) prosedürel
akla, belirli kanonlara göre işleyen bir çıkarım yöntemine (analitiğe) geçiş
anlamına gelir. Araçsal akılcılık (tözün üstte, efendi, özgür irade olarak
denetleyici bir özne statüsüne yerleşmesi) yöntemsel akılcılıkla (analitik
neneleştirmeyle) tamamlanır. Kartezyen akıl bu anlamda bir düzenleme kapasitesidir.
Bu prosedürel kapasitenin (bir kendilik sabitesi
olarak Cogito’nun) efendiliğinin koşulu olan, ‘dünyayı
nesneleştirme’ ne demek? Aslında Descartes başta Galileo, Kepler, Gassendi
olmak üzere çağın bilimsel düşüncesinin (mekanikçi devrimin) tam anlamıyla
etkisi altındadır. Yöntem Üzerine Söylem’in (1998) V.
Bölümü, bedenin makine olarak izahının bir manifestosudur. Bütün beden ve
uzuvlar kendi içlerinde birer makine gibi çalışan işlevsel ve fiziksel
mekanizmalardır. Beden adeta bu mekanizmalardan oluşan bir kütledir. Özne bir
yanıyla bedene ihtiyaç duymayan ruh fakat bir yanıyla da tam anlamıyla mekanik
bir bedendir; Kartezyen özne bu anlamda tam bir ‘ruhsal otomat’dır.
Buradan çıkan resim, ünlü bir örneği kullanırsak, aklı gemi kaptanına bedeni de
gemiye benzeterek okunabilir. Geminin herhangi bir bölümündeki arızaya gidip
bakan kaptanın bakışı, aklın bedene bakışına analojiktir. Kaptan arızalanan
parçaya, diyelim kendi diş ağrısını algılar gibi (birinci tekil şahıs açısından
değil de) üçüncü tekil şahısın gayri şahsi gözüyle bakar. O bozuk parça, gemi
kaptanının (diş ağrısını hisseder gibi değil) aklıyla çözmek üzere soruşturmak
durumunda olduğu bir nesnedir. Akıl, bedeni de içeren nesne dünyasına tam da bu
üçüncü tekil şahsın gözüyle bakar ve temsili bir dille ifade eder. Beden/dünya
bu yolla aklın nesnesi (sözel temsili) haline gelir ve akıl, dışarıdan bir
gözlemcinin yansız statüsüne yerleşir. Açıklık ve seçiklik bedenimize dışarıdan
bakmamızı ve bağlantısız ve yansız bir perspektif kazanmamızı gerektirir. [Daha
sonra buna pozitivist bilim insanının -ve akademik zihniyetin-
objektifliği/nesnelliği denecektir. Nesnelcilik (yanılsaması), Kartezyen
analitiğe, modern içinde bir aranağme olan empirisistlerin ‘deneyim’
ilavelerinin ürünüdür. Bu bağlamda D. Hume için sorun, ‘teorik bir öznelliğin
olamayacağı’ yargısıyla noktalanır.] Yine de Descartes, dişinin ağrısını
aklıyla algılamak durumunda olmadığının farkındadır, çünkü o zaman, dişindeki
ağrının geçmesi için ağrı fikrini unutması yeterli olurdu. Bu yüzden Descartes,
Nancy’nin ‘Ruh Üzerine’de aktardığı Prenses Elizabeth’e mektubunda ruh ve beden
birliğini akılda değil, gündelik yaşamda, “kavramlaştırmadan
-felsefeleştirmeden- deneyimlediğimizi” itiraf eder. Gündelik yaşamda ruh ile
beden ‘birbirinde erimiş ve birbirine kaynaşmıştır”. Bu kaynaşma Kant’ın
kavramsız ve tözsüz kendiliğin bir ‘varoluş duygusu’ olduğunu söylediği uğrakta
gerçekleşir ve Nancy bunu yakalar ve bu birliği Descartes’ın balmumu örneğinden
hareketle irdeleyerek, akıl’dan bedene, içeri’den dışarı’ya, hissetme’ye kayan bir
ruh kavrayışı ortaya koyar. Fakat Descartes için kesin ve açık seçik bilgi
duyularda (bedende) değil, akılda (ruhta) temellenmek durumundadır ve bu
noktada Kartezyen ruh ve beden mutlak olarak ayrıdır.
Daha sonra ‘bilimsel nesnellik’ adını alacak olan bu
gayri şahsi bakışın sunduğu kesin, gerçek bilgi, -yaşamdan kopmuş- temsili ve
anlatımsal bir bilgi, nesneyi salt işlevsel ve mekanik olarak araçsallaştıran
bilgidir. Grek’deki gerçekliğin açığa çıkışı olarak ele alınan bilgi terk
edilmiştir ve gerçeklik şimdi temsili olarak ‘inşa edilmek’ durumundadır.
Temsil, nesnesinin upuygun ifadesidir. Kesinlik ve açık seçiklik ise nesnenin
bölünebilir en küçük parçasına kadar bölünerek tanımlanmasıdır. Bölme, bütünü
ayrıştırmadır. Her ayrışan farklıdır ya da her farklı olan ayrıştırılabilir.
Sonuçta ayrıştırılamaz olana ulaşıldığında o kendisiyle özdeş olan tanım ya da
kavramdır ve kavram ‘bölünemez olan’dır. Varlık ise asla
yalın bölünemez olan değildir. O ‘bölünebilirdir, Spinoza’nın belirttiği gibi,
varlık yoğun ve yaygın parçalar sonsuzluğunun bileşimidir. Birleşik halde
olmayan bir varlık yoktur. Aklın araçsallaşması demek, varlığın, nesnenin
sonsuz küçüğe, bölünemeyene doğru bölünmesi yoluyla kavrama ve tanıma ulaşılması
ve böylece nesneyi (farklılığı) dışarıda bırakması demektir. Kartezyen
kesinlik, ya da açık seçik bilgi, şeyin tüm bileşenlerinden, ilişkilerinden,
kısaca varlıksal ilintilerinden koparılması, ayrıştırılmasıdır. Tanım,
bölünebiliri bölünemez sınırlarına yani sonucu sadece kendi nedenlerine
bağlayarak, anlatımcı bir dille nesneyi başka her şeyden ayırır, sınırlandırır
ve saptar (kontrol altına alır ve ‘normal’i tanımlar). Bilim budur. Galileo ve
diğerlerinde zaten verili olan bu yöntemi Descartes “sonuçları nedenlerine
bağlamak” olarak tanımlar. O “sonuçları yalnızca kendi nedenleri aracılığıyla
soruşturur… Descartes’da iki tema birbirine kökten bağlıdır: açık ve seçik
fikrin teorik yeterliliği ve bir sonucun açık ve seçik bilgisinden onun nedeninin
açık ve seçik bilgisine geçişin pratik olasılığı” (G. Deleuze, 1997:155-156).
1. Deleuze burada sonuçları salt kendi nedenleriyle
tanımlama yöntemine Spinoza’nın itirazlarını ve alternatif metodolojisini
irdeler. Bu itirazları -ileride ele alacağız- şimdilik sadece Spinoza’nın temel
itirazı özelinde, yani aklın salt analitik
işleyişinin bizi eyleme gücümüzden nasıl ayırdığını görmek adına ele
alabiliriz. Deleuze’un aktarımıyla Spinoza; “Açık seçik fikirler şeylerin
özelliklerinin bilgisinden başka hiçbir şey vermez ve onun nedeninin olumsuz
bilgisinden başka hiçbir yere götürmez. “Bir şeyin özü başka şeyden
çıkarsandığında bir algıya fakat upuygun olmayan bir algıya sahip oluruz”; “ele
aldığımız şeyin sonucu dışında nedenine dair hiçbir şey anlamayız. Bu o zaman
nedenin sadece çok genel terimler içinde açıklanması bakımından yeterli bir
kanıttır: bu nedenle bir şey vardır, bu nedenle bir güç vardır, vb.
Ya da aynı zamanda nedeni olumsuz olarak ifade eden terimler bakımından: Bu nedenle o şu ya da bu değildir, vb.”; “bir şeyi başka
şeyden şu şekilde çıkarsarız: hissettiğimiz bu bedeni -fakat başkasını değil-,
açıklıkla algıladıktan sonradır ki, ruhun bedenle birleşmiş olduğunu, birliğin
böyle bir hissetmenin nedeni olduğunu açıklıkla çıkarsarız; fakat hissetmenin
ve birliğin ne olduğunu bu çıkarsamadan gerçekten anlayamayız”; …” (G. Deleuze,
1997: 156-157). Oysa gerçek bilginin bize ‘hissetme’nin ve ‘birliğin’ ne
olduğunu vermesi gerekirdi. Örneğin, bir HES mühendisi için gerçek/kesin bilgi
sonuçları sadece kendi nedenlerine bağlamayı uygun temsillerle formüle eden,
kanonik usullerle formatlanan anlatımsal bir ifadedir. Oysa “Spinoza açıklık ve
seçikliğin yeterliliğine inanmaz, çünkü o bir sonucun bilgisinden onun
nedeninin bilgisine ilerlemenin tatmin edici bir usûl olduğuna inanmaz. Açık ve
seçik fikirler yeterli değildir, upuygun fikirler geliştirmek gerekir. Yani:
sonuçların nedenlerine nasıl bağlı olduğunu göstermek yetmez, bir sonucun
gerçek bilgisinin, nedeninin bilgisine nasıl bizzat bağlı olduğunu göstermek
gerekir.”(Deleuze, 1997:157) HES mühendisi için, arazi eğimi şu debide bir akış
sağladığı için, türbin ancak şu güçte bir elektrik üretir; hidroelektrik
bilimi. Peki ‘arazi’nin kendine içkin gerçek bilgisi? Yani, ötekiler/başkaları-
yani köylüler; bitki örtüsü, bahçeler, tarlalar, hayvanlar ve insanlar, kısaca
yaşam? Bu onu (teknik mentaliteyi) ilgilendirmez, yaşam HES mühendisinin proje
kağıtları üzerindeki çizgiler olarak nesneleşmiş ve bu sonuçtan sadece kendi
nedenlerine (arazi eğimi, su debisi, hacim, hız vb.) gidilmiştir. Bir sonucun
bilgisinden, kendisinin, içkin bilgisini değil, onun nedeninin bilgisini
çıkarsamak yani bir şeyin haklılığını bir başka şeyle açıklamak; temel hastalık
budur. Örneğin sol bir hayat özlemi ve direnişi, yönetici diktatör olduğu için,
sermaye baskıcı olduğu için, ya da dış koşullar çekilmez olduğu için, haklı
değildir. O bizzat kendi varoluş tasarımı ve bizzat eşitlikçi, özgülükçü
vb… kendi içkin nedenleri yüzünden (ki bu kanıtlanmalı ve
sunulmalıdır) haklıdır. Bu haklılığın kendi içinde ve kendiyle kanıtlandıktan
sonra nedenlerine, yani diktatörlüğe ya da sermayeye neden zorunlulukla karşı
bir mücadeleye bağlı olduğu gösterilebilir, gösterilmelidir. “Ne politik
iktidara el koyma ne doğanın fethi ne de hatta nesnel ekonomik çelişkilerin
gelişmesi insan bilincinin gelişimini ileri götürür. Bir devrimin görevi ne
basitçe iktidara el koymak hatta ne de mülkiyetin eşit dağılımını sağlamak
değildir; devrim yalnızca fiziksel varoluş koşullarına değil fakat aynı zamanda
tam da varlığın özüne, ruhuna dokunacak olan yeni bir varoluş koşulu
yaratmaktır” (G. Freidman; 1981: 169). Ancak bu durumda bir sonucun gerçek bilgisinin, nedeninin bilgisine nasıl zorunlulukla bağlı olduğu
gösterilmiş olur ve ancak bu durumda sol bir hayat teklifi anlamlı ve meşru
olur. Bu da bizi -ileride ayrıntılarıyla ele alacağımız-, hem varlık hem de
aynı anlama gelmek üzere Marks’taki ‘politika’ dolayımı gibi, ortak varoluş ve
içkin nedeni konumlayan bir yöntemin (paralelizmin) bilme vizyonuna taşır.
Özetle yeterli bir bilgi bizi etkin olmaya sevk eder ve eyleme gücümüzü
artırır. Aksi halde yetersiz bilgi bizim başka şeylere (tutkulara) maruz
kalmamızla sonuçlanır, ki o da bizi eyleme gücümüzden ayırır. İşte bizi eyleme
gücünden ayıran tam da bu Kartezyen kesin ya da ‘nesnel’ bilgi denen yetersiz
bilgidir, -sonuçları sadece kendi nedenlerine bağlayan
ve böylece şeyi varlığından koparan, kısaca bedeni/dünyayı
nesneleştiren/araçsallaştıran bilgi.
Düşünceyi Kartezyen yerelleştirmenin sonucu şudur:
tinsel hayat içinde düşünümün merkeziliğinin artmasına tekabül edecek
şekilde, içsellik biçiminin büyümesi ve bunun sonucu olarak ahlaki
kaynakların yer değiştirmesi. Şimdi, bu ahlaki yer değiştirmenin
kısa bir betimini izlemeye çalışalım. Bedeni, dünyayı, gerçekliği sadece bir
makine, bir mekanizma olarak kavrayan rasyonel akıl, antik bilgenin dünyasından
tamamen farklı bir mühendisin dünyasıdır. Sanayi devrimini gerçekleştiren akıl,
bir teknisyen ya da mühendisin aklıdır. Yaşama, duyguya, doğaya, sanata dair
bütün bağlarından (tinsel dünyadan) koparılmış, varlıktan ve varoluştan kopmuş
kuru ve mekanik bir ‘kesin bilgi’nin, Sanayi devriminin yarattığı insanlık
yıkımını, vahşet yüzyıllarını algılaması düşünülmez. Yaşama, aşka ve sanata
yabancı bu teknisyen zekasına ilişkin muazzam bir eleştiri geleneği zaten var.
Burada konumuzla ilgili olarak, sadece Kartezyen aklın ahlaki burkulması ve
Descartes’ın buna ilişkin çözümüyle ilgileniyorum. Burkulmanın mantığı,
bilginin ‘sonuçları sadece kendi nedenlerine bağlamak’la tanımlanmasında
içerilidir. [F. W. Taylor’un şu çok ünlü çalışma zamanını tanımlamak (kontrol
altına almak) yoluyla emeğin üretkenliğini maksimize eden keşfini hatırlayalım, yeter.] Bu noktada, teknolojik
ya da araçsal akıl eleştirisi ile W.Benjamin ve H. Marcuse’daki (fakat
kesinlikle negatif diyalektikteki değil) teorik açılım ve hissedişler ile
temelde özne eleştirisine yönelen Postmodern eleştiri külliyatının bu temanın
arka planı olduğunu belirtelim ve bilimin prosedürel aklın ve araçsal kontrol
etiğinin görkemli bir eleştirisini veren Zygmunt Bauman’ın ‘Modernite ve Holocaust’dan (1997) çarpıcı bir örneği
almakla yetinelim. Bauman teknik bir uzman olan Willy Just’ın kapalı gaz
kamyonlarının geliştirilmesiyle ilgili notlarından bir bölümü aktarıyor ve
ardından da sonuçları sadece kendi nedenleriyle açıklayan Kartezyen aklın
etiğini sorguluyor:
“Daha kısa ve tam dolu bir kamyon çok daha seri
çalışabilir. Arka bölümün kısalması ön dingile aşırı yük bindirerek ağırlık
dengesini olumsuz etkilemez; çünkü ‘aslında, operasyon sırasında daima, yükün
arka kapıya ulaşmak için vereceği mücadelenin hiç değişmez bir etken olması
nedeniyle, ağırlık dağılımında otomatikman bir denge oluşacaktır.’ Bağlantı
borusu ‘sıvılar’ yüzünden çabucak paslandığı için gaz aşağıdan değil yukarıdan
verilmelidir. Temizliği kolaylaştırmak için zeminde yirmiye otuz santim
boyutunda, kapağı dışarıdan açılan bir delik olmalıdır. Böylece tüm sıvılar
ortaya akacak, ‘akışkan sıvılar’ operasyon sırasında da dışarıya çıkacak,
‘kıvamlı sıvılar’ ise daha sonra hortumla yıkanıp atılabilecektir. Tüm tırnak
işaretleri Browing’e aittir; Just kasten metaforları ya da kaba sözlerin
kibarlarını ne aramış ne de kullanmıştır; onun kullandığı bu dil dosdoğru,
gerçekçi teknoloji dilidir. Bir kamyon yapımı uzmanı olarak gerçekten, kargonun
hareketi sorunuyla uğraşmaktadır, nefes almak için çırpınan insanlarla değil;
kıvamlı ve akışkan sıvılarla ilgilidir, insan dışkısı ve kusmuğuyla değil.
Yükün, bedenleri üzerindeki kontrolünü yitirmiş katledilen insanlardan oluşması
bunun teknik çözüm gerektiren bir sorun olması niteliğini ortadan
kaldırmamıştır. Bu olgu “çözülecek” bir ‘sorun’ haline gelebilmesi için ilk
önce mutlaka araç yapım teknolojisinin tarafsız diline çevrilmeliydi” (Z.
Bauman, 1997: 247-8).
Ya da, gemi kaptanının gayri şahsi diline. Değeri
olgudan ayırmanın şahikası olan bir dil ve bir format. Nedir burada bilginin
ayrı düştüğü değer? Eğer insanla ilgili bir dünyadan söz ediyorsak bizzat
‘başkası’dır, ‘başkasının değeri’dir. Bir kamyon tasarlayan teknisyenin, bedeni
nesneleştiren Kartezyen aklı’nda olmayan tek şey bizzat ‘başkasının
varlığı’dır. Aklın araçsallaştırdığı şey tam da bu başkasının varlığı, yani
bedenin ‘varoluş duygusu’dur. Willy Just kamyonun dengesini tasarlarken; “çünkü
aslında” diyor “operasyon sırasında daima, yükün arka kapıya ulaşmak için
vereceği mücadelenin hiç değişmez bir etken olması nedeniyle, ağırlık
dağılımında otomatikman bir denge oluşacaktır.” Yükün (gazla katledilmekte olan
insanların) ‘daima arka kapıya ulaşmak için vereceği mücadele” yaşama
arzusunun, var olma gücünün, conatus’un
mücadelesidir. Willy Just’ın teknik mentalitesi bu yaşam mücadelesini bir denge
tasarımı için araçsallaştırır. Varoluşun bölünerek indirgendiği yer olan
‘kavram’da artık duygu ve tin yoktur. Aklın efendiliğini kuran bedenin/dünyanın
nesneleştirilmesi, ancak ‘başkası’nı inanç, duygulanım, istek ya da herhangi
bir tinsel ya da ifadeci boyuttan yoksun kılarak anlamak yoluyla kotarılabilen
bir iştir [Pascal Kartezyen aklı tam da bu yüzden, tinsellikten (her ne kadar o
tini dinsel olana indirgese de) yoksun olduğu için eleştirir]. Kartezyen
düalizm, bedenin, tinsel olanın görüldüğü bir ‘hisseden beden’ değil, işlevsel
ve fiziksel bir kütle olarak görüldüğü andan itibaren, Platon’un kendine hâkim
olma etiğinden çok daha sert ve yoğundur. Platon en azından, aklı varoluşu ilga
eden bir ‘yerleşimle’ algılamaz, sadece ruha -yönünü tutkuya değil akla
çevirmesi için eğitim dolayımıyla bir yöntem önerir. Çünkü akıl zaten
varlıksaldır ve aklın tutkuyu yok sayması varlığı yok sayması anlamına gelir.
Oysa Desacartes’da aklın tutkular üzerindeki egemenliği, şeyi nesneleştirme
yoluyla varoluş duygusunu (sadece duygusunu değil, varlığı da) yok sayma ve
ilganın sonucudur. “Spinoza antiklerde eksik olan şeyin, tinsel bir otomat olarak,
yani, kendi yasasıyla belirlenmiş düşünce olarak ruh kavramı olduğunu söyler”
(Deleuze, 1997: 160).
Eğer Willy Just’ın Nazi döneminin mühendis aklı olduğu
ve pozitivizmin geride kaldığı düşünülüyorsa, bunun yanılgı olduğunu,
nesneleştirmenin ‘uzmanlaşma’ adı altında bugün yaşamın tüm alanlarına
saldırdığını ve teknik mentalitenin tüm varoluşu kuşattığını söylerim. [Hatta
öyle ki Descates’ın “beden olmasa da ruh ruh olmaya devam eder” kehanetinin,
bugün otomasyonda, bilgisayarlı makinelerden oluşan üretim parkında vb.
bedensiz üretim süreci olarak tecelli ettiğini bile söyleyebiliriz]. HES
projelerinin, kentlerin ortasına saplanmış süngüler gibi duran AVM kulelerinin,
gıda genetiğinin, nükleer reaktörlerin, silah teknolojisinin, dijital
teknolojinin, siber enformatiğin vb. teknik aklı sonuçta doğayı -ve toplumu ve
yaşamı da- düzenliyor (ona egemen oluyor) ve yaptığı düzenlemeyi de onaylıyor, bilim bu. Bu nokta Willy Just ile ‘nesnelci
bilim insanları’ arasında farkın sıfır olduğu noktadır. Dolayısıyla akılcı
bilgi, yaşamı ancak bir teknoloji sorunu olarak algılar. HES ya da AVM
‘düzenlemesinin’ yaşamla ne ilgisi var, onlar birer ‘düzenleme’, birer
‘proje’dir. Öyleyse, ‘doğanın efendiliğini talep eden mühendis modernizmi (benzeri toplum mühendisliğidir) ya da teknisyen
aklının 19. ve 20. yüzyıl tarihinde yarattığı insanlık dışı yıkımları görmeden,
politika hakkında konuşmanın olanaksız olduğunu söyleyeceğim. Bugün, Z.
Bauman’ın acı duyarak serilmediği gibi, ‘Bilimsel’ aklın mekanik dünyasının
yarattığı yıkımın (etik yıkımın) algısına sahip olmaksızın politika
yapılabileceğine inanmak, Kierkegaard’ın ‘saçmaya indirgenen din’ inancı
argümanıyla tamamen aynı şeydir ve aynı güçtedir. Peki bugün aydınlanma
projesinin bu açık ve net başarısızlığı ortadayken, hümanist bilimcilerin
‘nesnel/objektiv bilgi’ savunusunu nereye koyacağız? Ya da çok da farklı
olmayan solun bilime yaklaşımını? Çünkü aydınlanma savunusu nihai olarak
1600’lerdeki Descartes’ın aklı bir kontrol aracına çeviren doğaya egemen olma
‘keşfine’ hâlâ endekslidir. En azından ağ yaratan teknolojilerin alt
kümelerinin üretimi hâlâ endüstriyeldir.
Peki, bu teknik akkın -kısaca Willy Just-, doğayı
işlevsel ve mekanik olarak düzenlediğini, teknolojiye indirgediğini (bilimin
ilerlediğini) kabul edersek, düzenleyen akıl aynı zamanda düzenlediğini
onaylayan akıl olduğunu göre, ortaya şöyle bir soru çıkıyor: bilim insanı
yaptığı düzenlemeyi bizzat onaylamayı etik olarak nasıl tolere ediyor? Doktor
Hipokrat yeminini unutmuş olmayı, mühendis Tower’ın aynı altyapıyı kullanan
metrekareye düşen insan sayısını bin kez artırmış olmayı ya da HES’in çevre ve
köylüler üzerindeki etkisini, reaktör mühendisi yarattığı çevre felaketini vb.
etik olarak nasıl haklı kılıyor? Tamam, çok içeriden bir soru ve günümüz
koşullarında karşılığı var mı emin değilim. Fakat şu tür yanıtları saçma
buluyorum: ‘ideolojik ve politik tercihi gericidir’, ‘kendi çıkarı peşinde
koşmaktadır’, ya da doğrudan “ne yapsın mesleği bu, o yapmasa başkası yapacak”
vb. Hayır, bu nedenlerin her birinin ‘gerçek’ (fact) olması sorduğumuz
sorunun yanıtı değildir. Benim sorduğum bütün çelişkilerin ve açmazların farkında
olan (farkında olmaması imkansızdır) bir bilim insanının (ya da politikacı,
hukukçu, eğitimci vb.’nin) kendi gerçek/nesnel bilgi pratiği ile etik
varoluşunu nasıl haklı kıldığıdır, örneğin bir politikacı küresel sermayenin
yıkım, yağma ve talanını bildiği halde onun çıkarına hizmet eden yasaları
çıkarmayı etik olarak nasıl tolere edebilmektedir? Ya da bir Marksist, kimlik
politikasının İslamcı iktidarın değirmenine su taşıdığını bildiği halde kendi
kimlikçi söylem ve savunularını ahlaki olarak nasıl haklı kılmaktadır? Ya da
özgürlük, demokrasi terminolojisiyle konuşan bir liberal ’yetmez ama evet’in
sonuçlarını bildiği halde bu kararını ahlaki olarak nasıl haklı kılmaktadır?
vb. Ki bu tür dışarıdan yöneltilen suçlayıcı ahlaki yargılara rağmen cesaretle,
ataklıkla ve huzurla eylemini sürdürebilmektedir?
Bu soru neden önemli? Çünkü eğer seçimlerimizin
eylemlerimiz üzerinde bir yaptırım gücü varsa, o zaman bu seçimin gerekçesinin
bir otoriteye sahip olması gerekir (A. MacIntyre, 2001:73). Bu gerekçe ve onun
otoritesi can alıcıdır, çünkü gündelik yaşamda, özellikle de yol ayrımlarında
yaptığımız seçimlerimizi, retlerimizi ve kabullerimizi etik olarak haklı
kılmamız buna bağlıdır. Platon’da ruhun dikkatini gerçek varlığa (hakikate)
çevirmenin kendini akıl yoluyla yönetme, kendine hâkim olma etiği olduğu
savunusu otoritesini gerçek varlığın ‘düzen’inden (geometri ve matematikten)
alır. Kendiliğin bir içsellik olarak inşasının radikal başlangıcı olan St.
Augustinus’un, ‘içsel aydınlanması’ otoritesini indirgenemez bir aşkınlık
olarak tanrıdan alır. Bu anlamda Platon’un izinden giderek ‘dikkat ruhun tabii
duasıdır” diyen Malebranche’ın yaptığı alıntılardan birinde St.Augustinus şöyle
diyor; “ışığa nasıl dönüyorsak, Efendimize de öyle dönmek lazımdır, insan ondan
ayrıldığında bile, herhangi bir şekilde onun tesirindedir” (Malebranche,
1946:167). Descartes ise Platon’un ‘gerçek varlığı’ndan koparak ve St.
Augustine’nin Tanrısını hafifçe burkarak bu dünyalılaştırır; “Ama, eğer dünyada
cisimler ya da bütünüyle eksiksiz olmayan anlıklar ya da başka doğalar varsa,
varlıklarının Tanrı olmaksızın tek bir an bile kalıcı olamayacakları bir yolda
onun gücüne bağımlı olması gerektiği vargısına ulaştım” (Descartes, 1998:29).
Ve varlığa dair kesin bilme yöntemini onu bölünemez parçalarına kadar bölme
kurgulaması, tam da gerçeği bu bir an’da (her an’da) kavramaya bağlanır. Çünkü
der, “ruhun doğası ancak bir an bir tek şeye dikkatini verebilir” (Akt.
Laberthonniere, 1997:268). Bu dikkat, nihai olarak tarih sahnesine en mükemmel
ya da eksiksiz şekilde J. Locke’un ‘dakik’ (punctual) öznesinde
batılı modern kimliği tanımlar ve örneğin Taylor’un zaman kontrol çizelgesinde
ya da batılı bir kentte trenin saniyesinde istasyona girmesinde en ideal
biçimini kazanır (zaman paradır!). Bedenin hız ve hareketini düşüncenin hız ve
hareketine tabi kılan, bunu yakalamaya uğraşan Kartezyen ‘dikkat’ (kayıpsız
aktarım mantığı); ne Platon’un varlıksal/ontik dünyasında gerçeğe yönelmenin
sağladığı (toplumsal ve politik) işlevi (adaleti) sağlayabilir ne de St.
Augustinci din dünyasında tanrıya yönelmenin dinsel etiğini (içsel
aydınlanmayı) sağlayabilir. Çünkü Descartes ahlakı Fizik bilimlerinden
çıkarsar; “biraz fizik bilgisi edinmeye çalıştım …ahlak felsefesine güvenilir
temeller tesisinde bana çok yardım etmiştir” (Akt. C. Taylor, 2001:148). Kısaca
Descartes’ın ahlakı, otoritesini fizik bilimlerden devşirilen ‘yöntemsel
akılcılık’tan alır. Şimdi Descartes’ın tutku tanımına bakarsak, “onlar,
umumiyetle ruhun, ruha atfedilen ve hayvan ruhlarının bir hareketi ile meydana
gelen, beslenen ve takviye edilen idrakleri veya duyguları veyahutta
heyecanları olarak tarif edilebilirler” (Ruhun İhtirasları, Madde: 27)
Tutkuların akılcı iradeyle kontrolü iyi ve kötü bilgisi gibi referanslarla
meşrulaşır (Madde 48). Böylece Kartezyen bilgi (yöntemsel akılcılık) iyi ve
kötünün endeksi olarak normali ve anormali tanımlar. İradesini özgürce
kullananlar ‘alicenaptır’ (Madde 153). Sonuç modern özgür iradenin
alicenaplığı, bahşediciliği, tüm dünyaya yukarılardan bir yerden ‘normal’i ve
‘makul’ü dağıtır. Sanırım bu üç örnekte, yaptığımız seçimlerin eylemlerimiz
üzerindeki otoritesinin moderniteyle birlikte antik varlıksal akıldan araçsal
ve yöntemsel bir içsel-zihinsel akılla ve onun özgür iradesiyle yer
değiştirdiği açıkça görülmektedir. Fakat yukarıda sorduğumuz temel sorunun, –bugün seçimlerimize bağlı eylemlerimizi ahlaki olarak
nasıl haklı kılıyoruz? -yanıtını, ne Platoncu kendine hâkim olma etiğinde, ne
de Hıristiyan içsel aydınlanmada bulduğumuzu söyleyemeyiz. Peki yöntemsel akılcılık
hala bir otorite mi? Yani bugün Kartezyen akıl eylemlerimizi etik olarak meşru
kılacağımız bir endeks mi?
Bu tinsel krizi aşmak üzere modern içindeki nihai
yanıt, Kant’ın yanıtıdır. Kant’ın etiği bir düşünüm etiğidir. Düşünüm nedir?
Düşünüm kendi üzerine dönerek düşünme tekniği olarak kendi/Ben üzerine
düşünmedir. Peki bu düşünümün içeriği nedir? Kendinin tekilliğini (akıl-cogito yoluyla) evrensel olarak koyutlamak. Yani
aklın/özgürlüğün buyruğu. Peki, akıl/özgürlük neyi buyurur? Evrensel yasayı, ‘öyle
bir biçimde eyle ki eyleminin ilkesi evrensel olsun.” Böyle bir buyruğun en
evrensel biçimi kendimize saygı (self esteem) buyruğu
olarak cisimleşir. Aklın yasası kendimize saygıyı buyurur ve biz buna
ben/şahsiyet deriz. Bu yüzden eğer şahsiyet sahibi isem, (yani
olgunluğa erişmiş özgür irade isem) yaptığım seçimleri ahlaki olarak haklı
kılmam demek, rasyonel seçimlerim ile kendime saygımın bir ifadesi olan
kendimden memnuniyetim arasında bir çelişkiye düşmemem demektir. Aksi halde
kendime olan saygımı ve güvenimi kaybederim. Ki bu da özgürlüğümün kaybı -yani
başkalarının güdümünde olmam- demektir. Ve herkesten de kendisini benim kendimi
yargıladığım gibi, yargılamasını -aynı ‘olgunluğu’- beklerim. Öyleyse
seçimlerimin ahlakiliğinin bir tek ölçüsü vardır, o da kendime duyduğum
saygıdır. Fakat bu bir bilgi eksikliği/fazlalığı değil, cesaret konusudur.
Çünkü bu seçimi ben yaptıysam, yaptığım şeyin değerinin kanıtı da yine
Ben’imdir. Eğer durum buysa ben seçimimi ve ona uygun eylemimi tüm dünyaya
meydan okumak gerekse bile cesaretle, güvenle, korkusuzca savunurum. Savunduğum
seçimin yaşam alanında galip gelmesi için de ona hem nesnel olarak sahip çıkar,
cömertçe paylaşır ve hem de onun haklılığı adına tüm gücümle mücadele ederim.
Böylece modern dünyada seçimlerimin gerekçesinin dayandığı otorite ‘akıl, ben,
özne, ego vb.’dir. (Tabi bu tutum, Kant’ın aşağıdaki paradoksuyla paramparça
olur ve bir yanıyla dine meydan okumaya, öte yanıyla ise dünyaya/iktidara
itaate dönüşür. Kendine saygı motifi ise, tam da bu paradoksun üstünü örter).
Eğer seçimlerimi savunamıyor ve herkesin aynı seçimleri yapmasını talep
edemiyorsam bu benim bilgimin eksikliği ya da fazlalığı ile değil, irade
zayıflığımla ilgilidir. Kant’ın ‘Aydınlanma nedir’ (1983:139-148) makalesinde
sorun olarak saptadığı şey budur: ‘Sapere Aude’ (bilmeye cüret et, yürekli ol!).
İrade zayıflığı olgunlaşmamışlığı kendine dayatmaktır. Foucault’nun belirttiği
gibi, olgunlaşmamışlığın kökleri der Kant “tembellik ve korkaklıkta
aranmalıdır”. Olgunlaşmamışlığın temel nedeni budur. Fakat burada özgürlük
(kendine saygı) aklın kamusal kullanımına, itaat ise aklın öznel kullanımına
hasredilmiştir (Kant, 1983:141). Kant Bismark’ın ilkesini aynen tekrar eder: “İstediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat edin!”
Bu yüzden Kant, Aydınlanmanın, kendine olgunlaşmamışlığı dayatma karşısında bir
cesareti gerektirdiğinin farkındadır. Ancak bu cesaret aynı zamanda aklın öznel
kullanımını vazeder. Kant, aklın öznel kullanımında iktidara itaati açıkça
emreder: kamu çıkarı adı altında “hükümet tarafından, …bazı belirli işlemlere,
belirli mekanizmalara gereksinme duyulur. Bu gibi durumlarda aklı kullanma
tartışmasına kuşkusuz izin verilemez, itaat etmek kesin emirdir” (Kant,
1983:141). Ve bu öznelliği meşrulaştırmak için de “Aydınlanmanın, yani insanın
kendi kabahati sonucunda karşı karşıya bulunduğu olgun olmayış durumundan
kurtuluşunun odak noktası olarak din konularını belirlemeye
çalıştım” (Kant, 1983:145). Bu noktada Kant, seçimlerinin belirlediği
eylemlerin ahlaki haklılığını sağlamak üzere öznenin, aklın kamusal
kullanımında (ifade özgürlüğünde) vazettiği özgürlük/akıl buyruğu ve kendine
saygı ile aklın öznel kullanımındaki iktidara itaat arasındaki paradoksu aşmak
üzere dini hedef gösterecek kadar çaresizdir. Bir yandan yasa bir buyruk olarak
özgürlük ve adaleti vazeder, öte yandan gerçek ilişkiler itaati vazeder.
Kendine saygı bütün çürük temeline karşın, bir özgüven, şahsiyet, vicdan
terminolojisi içerisinde bir niyet olarak kalır. Dış koşullar ne olursa olsun
adil olmak kişinin niyetiyle, tekilliğini evrensel olarak koyutlayan ahlak
yasasının buyruğuyla garanti altına alınmıştır. Adil davranış kişinin yasaya,
koşulsuz buyruğa duyduğu saygıyla (vicdan!) ilgilidir. Kısaca adaletin temeli
-dış koşullar değil- benim amacım-niyetimdir. Herhalde artık susmak gerek,
çünkü Nietzsche’nin ‘Şen Bilim’deki şu sözlerinin üstüne ya
da ötesine geçen ne bir itiraz ne de tek bir söz ilave edilemez; “Ne? İçindeki
kategorik buyruğa saygın mı var? Sözde ahlaki yargının bu “sağlamlığına” saygın
mı var? “Burada herkes benim gibi yargılanmalı.” diyen koşulsuz duyguya saygın
mı var? Bu noktada Bencilliğini daha fazla beğen. Bencilliğinin körlüğünü, dar
kafalılığını, iddiasızlığını da… Çünkü kendi yargısını evrensel bir yargı
olarak anlayan bencildir. Bu kör, dar kafalı, iddiasız bir bencillik, çünkü
senin henüz kendini bulmadığını; kendini, kendin için bir ülküyü yaratmadığını
ele veriyor- çünkü yaratmış olsaydın, senin yargın hiçbir zaman bir başkasının
yargısı olamazdı, hele herkesin hiç mi hiç olamazdı… birbirinin aynısı
eylemlerin olmadığını, var olmayacağını bilirdi “ (F.Nietzsche, 2003:200).
Modernin tinsel krizini postmodern eleştiriye tabi
tutan muazzam derinlikte ve yaygınlıkta bir literatürün varlığına karşın -ve
bizim burada Spinoza ve Foucault-Deleuze özelinde sunacağımız alternatif
pozisyondan önce- modernin tamamlanmadığını ve henüz gelişmekte olduğunu ileri
süren bir açılımı paylaşmak durumundayız. Bir anlamda Kant’ı sürdüren Jürgen
Habermas’ın ‘iletişimsel rasyonalite’ pozisyonu.
4. Moderni Tamamlama Projeleri
i) Habermas’ın Mutabakatçı Pozisyonu
Habermas’ın,
modernlik projesine yönelik itirazı ve çözüm modeli günümüzün müzakere
politikasının teorik referansı olarak gösteriliyor. Habermas, modern toplumun
tanımlayıcı özelliğini, yaşam dünyası olarak
adlandırdığı kültürel simgesel anlam dünyasının, ‘sistem’ olarak adlandırdığı,
ekonomik ve yönetsel-politik dünyadan kopmuş olması ve bunun bir meşruiyet
krizi yaratmasıyla tanımlıyor ve şöyle diyor: “aklın iletişimsel potansiyeli
kapitalist modernleşme esnasında geliştirilmiş ve eşanlı olarak da
yıkılmıştır.” (J.H., 1995: 156). Modern akıl merkezli öznenin idari (yönetsel)
ve teknik (bilimsel) araçsallığının (sistemin) yaşam (simgesel anlam) dünyası
üzerindeki tahakkümünün yarattığı ve Frankfurt Okulu’nun öteden beri eleştiri
nesnesi yaptığı araçsal aklın eleştirisi için kendisinin ‘yeni bir yönelim’
dediği kapsamlı iletişimsel eylem teorisine burada sadece iletişimsel
rasyonalite açısından değineceğim. Ve ilk anlamak istediğim şey de modern
özneye karşıtlık içinde Habermas’ın, Kant’ın bilinç öznesini nasıl ortadan
kaldırdığı ya da aklı ‘öznesiz’ olarak nasıl tanımladığı ve tabi elde ne
kaldığıdır. Habermas, toplumsal gelişmeyi rasyonel olarak açıklayan modernliğe
karşı çıkmasına rağmen yaşam dünyasının hala rasyonel olarak değerlendirilmesi
gerektiğini savunur. Bu demektir ki, bir bütün olarak yaşamın (ekonomik maddi
ve simgesel kültürel yapının) rasyonel bir işleyişi mümkündür. Ancak bu
Kartezyen nedenselliğe dayalı aklın ‘düzenlemesi’ değil, öznelerarası
iletişimsel aklın mutabakat performansının ürünü olacaktır. Şimdi temel sorun
Habermas’ta aklın nasıl bir akıl olduğu ve nedenselliğin yerini ne aldığıdır.
Bu noktada modern (Kantçı) paradigmayı değiştirdiğinden söz eder ve şöyle der:
“Sadece kendinde-bilincin, yalıtık bir biçimde eyleyen ve bilen öznenin
kendi-ile-ilişkisi paradigması… karşılıklı anlama, yani, iletişim aracılığıyla
toplumsallaşmış ve birbirini karşılıklı olarak tanımış olan bireyler arasındaki
öznelerarasılık ilişkisi paradigmasıyla yer değiştirmiştir.” (J.H., 1995:154).
Bu yer değiştirme sonucu Özneyi kuran akıl yani kendiyi, nesneyi mülk edinerek,
ona hükmederek bilen aklın yerini öznelerarası iletişimsel bir akıl alır
(günlük dilde bu daha çok kamuoyu görüşü ya da ortakduyu -mutabakat/konsensüs
bilinci- olarak bilinir). Bu durumda Descartes’la başladığından bu yana araçsal
olan akıl, ilk defa Habermas’la (güç kullanma olanak ve ayrıcalıklarını
buzlayan) ‘iletişimsel akıl’ biçimine bürünür. Dolayısıyla bir bilinç felsefesinden
bir ‘dil oyunları’ felsefesine geçilmiş olur. Bundan böyle bilgi, anlam, vb.
nosyonları bir bilinçle değil dil oyunlarıyla ilişki içinde anlamak
durumundayız. Ve bu iletişimsel akıl doğası gereği ‘karşılıklı anlama’ gibi
diyalojik bir mantığa sahiptir. Bu paradigmanın en temel saiki o zaman ‘konuşan
ya da eyleyen öznelerin birbirlerini herhangi bir konuda anlamalarıdır’. Fakat bunun koşulu, konuşan tarafların
her birinin anlama yeteneğine sahip olması, her birinin akıl varlığı, yani
rasyonel (makul) insanlar olmasıdır. Kısaca bütün metafizik projelerde olduğu
gibi bir ‘başlangıç pozisyonu’ vardır ve o, ‘rasyonel (makul) birey’dir. O
halde akıl artık temellendirici, çıkarsayıcı, icatçı bir akıl olarak değil,
yani bilginin ‘düzenleyici’ üretimiyle değil, doğrudan bilginin sözel kullanımıyla ilgili bir anlaşma, müzakere,
mutabakat rasyonalitesi olarak ortaya çıkar. O zaman buradaki akıl Kant’daki
‘kendinde bilinç’ ve kategoriler bir yana bırakılarak salt bağlayıp birleştirme
(conjunctio) yetisi olarak restore edilmiş bir ortak
akıldır. Kant’ın ‘eleştiri’ye yüklediği muhteva terk edilmiş fakat biçimi
(formatı) alınmıştır. Bu anlaşma, müzakere, mutabakat varsayan iletişimsel akıl
anlam/bilgi üretmez, sadece anlam/bilgiyi kullanır. “Bu
iletişim, anlamanın bilgisine sahip olmalıdır… ‘iletişimsel olarak davranan
herkes evrensel geçerlilik iddiaları ortaya koymalı ve bunların
yanlışlanabileceğini varsaymalıdır’ rasyonel olmak, geçerlilik iddialarına
sahip olmak ve bunların aynı türden başka iddialarla yarışacağını kabul etmek
demektir” (A.Çiğdem, 1997:205) Demek ki
rasyonel ‘doğrulama, ya da haklı kılma’nın, şu klasik tabirle kanıtlamanın
yerini, gerçekliğin ikamesi geçerlilik iddiası almaktadır. “…geçerlilik iddiası
aynı zamanda bu kişinin ‘anlaşılabilir bir şeyi dile getirmek; anlamak için bir
şeyi sunmak, dolayısıyla kendisini anlaşılabilir kılmak ve başka bir kişiyle
anlaşmaya varmak’ iddialarını içerir:” (A.Ç., 1997:205). Bu noktada iletişimsel
rasyonalitenin anlaşma zemininin önemli bir bileşeni ‘iddia etme’, ‘ileri
sürme’ jestidir. Habermas bu konuda çok açık ve nettir: (italikler benim, hç)
“biz bilgiyi iletişimsel dolayımla kavradığımız anda, akılsallık, kendilerini
öznelerarası tanımaya yönelik iddiaların geçerliliğiyle ilgili
olarak yönlendiren etkileşim içindeki katılımcıların sorumluluk kapasitesi açısından değerlendirilir.
İletişimsel akıl, ölçütünü önermesel gerçek, normatif haklılık, öznel doğruluk
ve estetik uyum iddiaları adına doğrudan ya da dolaylı olarak tartışmacı prosedürler içinde bulur.” (J.H.,
1995:156). Burada rasyonellik bilginin temellendirilmesi ve doğrulanması ile
ilgili değil, iletişimsel dolayım ve tartışma prosedürü ile ilgili olarak
sunulmaktadır. Prosedür nedir? Katılımcının (kendisini öznelerarası tanıyan
tartışmacının) sorumluluk kapasitesidir. Başka deyişle bu sorumluluk
kapasitesi, mutabakata zemin oluşturan argümanları (evrensel normları) savunma
kapasitesidir ve ancak (buzlanmış ayrıcalıklara sıkı sıkıya bağlı olan)
tartışma performansı olarak tecelli eder. Bu performans burada yaşam dünyasının
üç temel alanını, -bilişsel, normatif ve estetik alanları- rasyonelleştirme
performansıdır. Yine de anlaşmanın ortaya çıkabilmesi için, sadece performans
yetmez, bir koşul daha gereklidir. “Her anlaşma süreci kültürel olarak
kökleşmiş bir ön anlama zemininde gerçekleşir” (J.H., 2001:128). İşte ‘sorumluluk kapasitesi’ gerçek anlamını bu ‘ön anlama’ üzerine mutabakatı bir başlangıç noktası
olarak ortaya koymakta bulur. Tartışmacılar bu ‘ön anlama’ kabulü
üzerinden tartışmaya başlarlar, dolayısıyla mutabakat tartışmanın sonrasında
değil, öncesinde oluşmuş bir mutabakattır (bu yüzden neyi tartıştıkları her
zaman ‘muğlak, belirsiz ve bulanık’tır). Yine de yorum farklılıkları olduğunda
ne olacak? “Tarafların kendi durum tanımlarından ilk bakışta sapan bir başka
tarafın durum tanımını… ‘dünyayla’ bağıntı içine sokulabileceği ve birbirinden
farklılık gösteren durum tanımlarının yeterince örtüştürülebileceği bir biçimde
kendi durum yorumuna katmalıdır” (J.H., 2001:128). “Böylece, prosedürel akılsallık
kavramı, çeşitli tartışma biçimleriyle yani, pragmatik tartışma mantığının
yardımıyla, karşılıklı bağımlılığı açısından çözüme kavuşmuş olur” (J.H.,
1995:157). Yani, hepimiz aynı yolun yolcusuyuz ‘pragmatik tartışma mantığı’nın
(iktidar olanak ve ayrıcalıklarını kullanıyor olmamızın) yardımıyla, karşılıklı
olarak zaten bağımlı olduğumuz için, bunun kaçınılmaz sonucu kavga değil
uzlaşmadır. Nihayet bu uzlaşmacı, iletişimsel aklın zaferini Habermas şu
sözlerle taçlandırır. “Bu iletişimsel akılsallık, katılımcıların öznel olarak taraflı görüşlerini, birleştirici yan
anlamlarla birlikte beliren anlaşmaya akılsal güdüleme lehine bir alt
etme söyleminin mutabakat-inşa gücüdür. O estetik-ifadeci olduğu
kadar ahlaki-pratik alanları da bütünleştirir ve o konuşma temelli haklı
çıkarmayı akılsal inşa potansiyelinin bir açıklamasıdır” (J.H., 1995:157) (abç-hç). ‘Birleştirici, yan anlamlarla
birlikte’ gelen ‘anlaşma’! Bu yan
anlamların ‘ön anlama’da içerili olduğunu yeterince vurguladık. Her
zaman güçten yana, iktidardan yana bir ‘ön anlama’ya dayalı yan anlamların
‘birleştirici gücü’nün son on yılın islamist ve liberal aydınlar cephesini
nasıl yekvucut haline getirdiği Türkiye’de çıplak gözle görüldü. Habermas’ın
dile getirdiği bu ‘alt etme söyleminin mutabakat gücü’ne
yönelik izah ve eleştirilerde sık sık gündeme gelen bir etik sorunu, artık bu
noktada gizlenemez bir biçimde ortadadır. Habermas yorumcuları ya da onu
değerlendiren düşünürler bu ‘söylem etiği’ konusuna ısrarla dikkat çekerler.
“Komünizmin
ontolojik olarak ortaklaşa varlığın konuşma edimi olduğunu söyleyebilirim. Bu
konuşma edimi ortaklığın, yani ilişkinin, ki bu nihayetinde histen başka bir
şey değildir, ontolojik hakikatini ileri sürer” (2011:175). J.L.Nancy’nin bu
çarpıcı bildiriminde görüldüğü üzere konuşma eylemi yeni solun varoluş tasarımı
açısından belirleyici bir öneme sahiptir. Bu Habermas’ın teorisinin önemini -en
azından karşıt bir konumun parametrelerini öğrenmek açısından da olsa-
artırmaktadır. Fakat Habermas daha baştan apayrı bir noktadan hareket eder ve
modern akla karşı çıkarken modernin içinde kalır, yani: modernliğin genel
tutumu olarak toplumsal olanı, güç ilişkileri olarak değil rasyonel ilişkiler
olarak tanımlamak ve gerçekliği rasyonel olarak ‘düzenleme’yi mutabakata
bağlamak. Bunun bir bedeli var. Habermas bu bedeli, ilgilenimi bilinç
felsefesinden dil felsefesine kaymakla ödüyor. Bu ister bilişsel ister normatif
ya da estetik olsun argümanın nesneyle (gerçeklikle) olan ilişkisinin yerine
hermeneutiğin dil oyunlarını ikame etmekle sonuçlanır. Tanıklara başvuralım:
“Bilinçten çok iletişim ve dilin bir işlevi olarak konulan formel rasyonalite
özsel değildir, söylemseldir. Bunun en önemli sonucuysa, rasyonalitede
belirleyici özsel bir muhteva yerine öznelerarası bir şekilde oluşmuş bir kurucu
ögenin peşine düşmemizdir. Bu rasyonalite argümantasyon formlarıyla ilgilenir,
önermelerin muhtevasıyla değil.” (A.Çiğdem, 1997:209). Muhteva (şeyin fiili
gerçekliği) yok, sadece ‘argümantasyon formları’ yani ‘alt etme söyleminin
mutabakat gücü’ var, tamam ancak bu güç bir ‘kurucu öge’nin peşine düşen bir
güçtür. Nedir kurucu öge? ‘Ortak duyu’. Peki ortak duyu’ (makuliyet) neyi vaz
eder? Mutabakatın en asgari koşulu olan ‘evrensel norm’ları. Bu normlar en
belirgin olarak yaşam dünyası içinde nerede cisimleşir? Hukuk alanında. Peki
hukuk şeyin fiili hakikatinin yerel gücü tarafından mı şekillenir, yoksa
evrensel normlar olarak mı? Evrensel normlar olarak şekilleniyorsa, iki binli
yıllarla birlikte dizgini kopan küreselleşme saldırısı altında uluslararası
hukukun bir anarşiye mi, bir norma mı tekabül ettiği sorusunun yanıtı nedir?
Veya hukukun gücünü normlardan mı, fiili hakikatten, iktidardan mı aldığı
sorusunun yanıtı, Türkiye’de son on yıldır yaşanan hukuk garabeti düşünülerek
nasıl verilebilir? Kısaca yasa yazılı metinlerde mi cisimleşir, yargıcın karar
ifadesinde mi? vb. Gerçek olan, hukuk ya da norm mudur, güç ve iktidar mıdır?
Ve bu bir ‘yorum’ sorunu mu, ‘mücadele’ sorunu mudur? vb… Habermas’ın konuşmayı
dil oyunlarına indirgemesi konusunda Paul Ricoeur şu soruları soruyor: “O halde
hedeflenen gaye, cepheleşme halindeki konumlardan tartışmanın taraflarına
sunulabilecek en iyi argümanı bulup çıkarmaktır. Fakat argümantasyon
ethikasının bu düzeltici edimi belli bir konuda, ‘hayatla ilgili konular’da tartışmayı
öngerektirir… Zira, kurumsal dolayımların ötesine geçip, adil kurumlar
içerisinde başkalarıyla beraber ve başkaları için kamil bir hayat ereklemenin
bu büyük tartışmaya katılan her bir taraf için en iyi tarzı tartışılmayacaksa
nihai olarak tartışılacak ne var, evet sorarım size, bu tartışılmayacaksa, söz
konusu iyilerin çeşitli pratiklere içkin içsel iyileri aştığı politik pratik
düzleminde bile nihai olarak tartışılacak ne var?”(P. Ricoeur, 2010: 413-14).
Evet,
ne var? ‘Hayatla ilgili konular’ı tartışmaktan nefret eden ve bu konuları
Bismark’ın aydınlarından oluşan bir ‘ortak duyu’nun ‘onayı’na (mutabakatına)
bırakan Kant’ın koyduğu felsefi din yasağı da bozulmuşken üstelik. Ve yine
üstelik bu bozulma, bilimin, teknolojinin, modern toplumun gelişmesine eşlik
eden büyük sistemlerin, meta anlatıların çöküşüyle örtüşmüşken? Ve bu aynı
zamanda bütün köktenciliklerin sonunu getirmişken? Tartışılacak ve üzerinde
mutabık kalınacak ne var? Din ve norm üzerinde bir ‘mutabakat’ tesis edilebilir
mi? Din ve norm rasyonel olabilir mi? (Soruların saçmalığını bağışlayın). Dinin
geri dönüşünün orijinal formunda ya da otantik yorumu içinde bir dönüş
olmadığını, bir popüler bilinç içeriği olarak, pragmatik bir ideoloji olarak
dönüş olduğunu başka yerde tartıştım. Yine de G. Vattimo’nun oldukça öğretici
olan şu tespitini paylaşalım: “Dinlerin ortak kökü, bugün felsefede dinin geri
dönüşü ve toplumumuz aracılığıyla ilerleyişi bir teknobilim çağı olarak, ya da
Heideggerci deyişle, bir dünya resmi çağı olarak modernliğe başvuruya uzanma
ihtiyacıdır.” (1998:86). Bir yandan metafiziğin ve onun meta anlatılarının
çöküşünü alkışlamak (bütün ‘temeller’ ‘dogmalar’ çöktü yaşasın!) fakat bir
yandan da yalnızca popüler bilinçte dinin geri dönüşü ve evrensel normlar
(hukuk) içinde ifadesini bulan bir temel tesis etme ihtiyacıyla,
kendini tam da söz konusu çöküşü izleyen (çöküşün yarattığı boşluğu işgal eden)
bu ikili içinde ifade etme, makulleştirme jesti. İslamist ve liberal
mutabakatçılığı ‘yeni’ olarak sunan düşünceyle karşılaşan her düşünce bu temel
çelişkiyle yüzleşmek durumundadır. Çünkü tarihsel seyri içinde (özellikle iki
binli yıllarla birlikte Türkiye’de ‘apaçık görünür’ olan) kesin bir gerçek
varsa, o da popüler bilinç olarak bu ikilinin (din ve hukuk) kendini ‘yeni bir
temel’ olarak sunuşunun pratikte ancak (ve tam anlamıyla Habermascı
mutabakatçılığın iflası olarak) ‘ötekinin istilası’ (kimlik politikaları)
biçimini almış olmasıdır. Modern sonrasında ‘yeni’ olan budur ve ‘ötekinin
istilası’, neoliberal yönetim sanatının din ve evrensel normlar üzerindeki
ısrarının en tipik bildirimidir.
Habermas’ın
modernliği ‘iletişimsel rasyonalite’ ile tamamlama projesi temelde Nietzsche,
Heidegger’den geçip gelen metafiziğin hakkından gelme çabası olarak okunabilir.
Fakat bunu yaparken tam da Kant gibi “…kendini, mevcudiyetin güven verici
otoritesini terk etmeye çağırırken buldu ve bundan dolayı o hermeneutik haline
geldi, …Mevcut olanı bu terk, mevcuttan bu vazgeçiş post metafizik felsefeye ve
özellikle hermeneutiklere, kaçınılmaz olarak ‘düşkün’ bir karakter kazandırır.
Başka deyişle, metafiziğin hakkından gelmek, sadece nihilizm olarak vuku
bulmaktadır. Nihilizm …sadece belirsiz bir zayıflık, alçalma, düşme ve
düşkünleşme süreci olarak düşünülebilir” (G.Vattimo, 1998:93 ). Öznelerarası
mutabakatçı aklın, modern özne hümanizmine karşı bir yerden yola çıkıp tam da
böyle bir humiliation’a varması ironik bir durumdur. İnsan gerçekliğini
tanımlayan üç temel etkinliği yaşamak, konuşmak ve emek olarak toparlarsak,
modernliğin temel yanlışı bunları (birbirine borçlu olan paralel unsurlar
olarak değil, tersine) birbirlerine indirgeyerek, ya da birini belirleyici
diğerlerini tabi hale getirerek düşünmek oldu. Emeği belirleyici görmek nasıl
modern bir yanlış ise, moderniteye karşı çıkan fakat post metafizik bağlamda
yine modernite içinde kalan mutabakatçı perspektifin bu kez ‘konuşmayı’
belirleyici kılması aynı türden bir yanlıştır. Antagonizma tam da bu
‘belirleme’ ya da ‘indirgeme’ mantığının ürünüdür. Habermas neyi uzlaştıracak?
Görmezden geldiği, ya da yok saydığı yaşam ve emeğin varlıksallığını (rasyonel
olarak -yani pragmatik olarak- güdülenen) konuşma prosedürü içinde ortadan
kaldırmak, bir uzlaşma değil fiili olarak bir antagonizma inşa eder. Bu ‘fiili’
antagonizma, dil felsefesi ya da dil oyunları içinde bir tartışma prosedürü
uzmanlığıyla mı aşılacak? Bu mümkün mü? Tam bu noktada Gadamer’in bile, (bile;
çünkü Gadamer hermeneutiğin kurucularından biridir!) ikazı son derece
anlamlıdır: “Habermas dilin ötesindeki tarihsel olarak gelişen “gerçek”
koşullara ulaşmaya çalışmaktadır. Fakat dil sadece toplumun farklı
boyutlarından biri değildir; toplumsal yaşamın ‘evrensel aracısı’dır. Özellikle
emek ve iktidar dilin dışında değildir; tam tersine onunla dolayımlanmıştır”
(akt. B.Dellaloğlu, 1998:93).
Fakat
Habermas’taki muhtevasız eleştiri, gerçeklikten kopmuş olmanın yarattığı
zayıflığı, düşkünlüğü ve dolayısıyla nihilist hıncı gizlemeyi, dizginlerini
kopramış bir yıkıcılıkla meşrulaştırmayı ve bunu da özellikle ‘sol ve
demokratik bir jest’ olarak takdim etmeyi büyük bir maharetle başarmaktadır
(maharet; gücün nimetidir). Gayet pervasızca ‘iletişimsel akıl’ der; “modernlik
kozunu öne sürme yerine, tekrar modernliğe has karşı söylemi sürdürür ve (…);
Descartes’dan Kant’a dek bir döneme yüklenmiş olan bizzat bilinç felsefesi
paradigmasına karşı modern düşüncenin yıkıcı gücünü serbest bırakır.” (J.H.,
1995:154). Hem modernliğe karşı söylemini sürdürür (bu karşı söylem modern ulus
devletlerin eleştirisinde zirve yapar), hem de ‘modern düşüncenin yıkıcı gücünü
serbest bırakır’. Nedir Modern düşüncenin yıkıcı gücü? Modern kültür ve estetik
alanının temel varoluş modunun eleştiri olduğunu ve avangardlarda zirvesine
ulaştığını biliyoruz. İşte Habermas tam da modern sanatın bu eleştirel jestini
alıp muhtevasını (o muhteva ki, tam anlamıyla ‘gerçek sorun’ ya da ‘şeyin fiili
hakikati’dir, yani amansız bir ‘kapitalist vahşet ve sanayileşme eleştirisidir)
yok saymak yolunu tercih etmiştir. Modern düşüncenin yıkıcı gücü, avangardlarda
(özellikle fütüristlerde) tam bir nihilizm, anarşist ve yıkıcı bir enerjidir.
Habermas bu geleneği çok yakından izlemiş ve uzun uzun da incelemiştir. Kendi
geleneği olan Eleştirel Teori’nin yerinde sayan karamsarlığından da kendini bu
suretle ayırmıştır. İşte Habermasçı muhtevasız eleştirinin ‘alt etme söyleminin mutabakat gücü’ tam da
‘serbest bırakılmış’ bu yıkıcı güçtür. Çünkü gerçeğe bağlı olanlara duyulan
hınç ve onlar karşısındaki zayıflık ancak bu güçle kamufle edilebilirdi. Fakat
bu Nietzscheci deyişle üst insanın, ya da Balibar’ın deyişiyle birey ötesi
tekilliğin meydan okumasına direnmek demektir. Daha da öte, Nietzsche’nin bu
meydan okumayı kabullenmeyen herkes için kaçınılmaz olarak dikkat çektiği,
kölelik koşullarına kendini mahkûm etmek demektir.
1. ii) Teknik Mentalite
‘Otomatik
pilot’a bağlanan uçak hedefine doğru gökyüzünde saatlerce uçuyor. Dev makine
kendi parçaları arasında haberleşiyor,
kendi bakım ve kontrolünü yapıyor, uçağın uçuş güvenliği ve
dengesini ayarlıyor ve hedefine
ulaşıyor, kısaca kendi kendini yönetiyor: yöneten (dümenci) yok, yönetilen yok.
Heyecan verici, çünkü biz komünal demokrasiyi düşünürken de aynı sözcükleri
kullanarak iddia ediyoruz: bir dümenciyi gerektiren temsili sistem
uygarlığımızın tarih öncesinde kalmıştır, çünkü ortağın kendi kendini yönetme yeteneği
vardır. Bu makine ve topluluk karşılaştırmasından hareketle yapılacak her
çıkarım yanlıştır. Keşke benzerlik (analoji) ilkesi, eylem, duygu ve tin
dünyası için de geçerli olabilseydi, fakat hayır, geçersizdir. Bu yüzden
Descartes beden ve ruhun ancak gündelik yaşamda ve ‘kavramsız’,
‘felsefeleştirmeden’ kaynaşmış olduklarını itiraf etmek zorunda kalır. Yine de
kendi gerçeklik kavrayışı içinde bu görmezden gelinen bir detaydır. Onun bütün
projesi makine ve insan arasındaki farkı insanı salt rasyonel bir makineye
çevirdiği ölçüde ortadan kaldırmaktır. Bugün Sibernetik tam da bu Kartezyen
paradoksu ikame ettiği ölçüde felsefenin yerine göz diken bir ‘bilim’dir.
Ve
etik: gördük ki ister antiklerde ister modernlerde her zaman bilme biçimlerine
(bilişsel şemalara) bağlıdır. Bir bilme biçimine dayanmayan, onu referans
almayan bir etik yoktur. Gilbert Simondon, ‘Technical Mentality” (2007)
makalesinde bu nedenle kendi pozisyonunun ontolojiye değil, aksiyolojiye bağlı
olduğunu ifade etme gereğini duyuyor. G. Simondon için, teknik mentalite
tutarlı ve olumlu iki bilişsel şemaya (Kartezyen paradigma ve sibernetik)
dayanır fakat henüz tamamlanmamıştır. Bu yüzden duygularla antagonizm içindedir
fakat bu mentalite, antagonizma iradenin düzeni içinde etik olarak ortadan
kalktığında tamamlanacaktır. O halde sorun teknik mentaliteyi yadsımak değil,
onun tamamlanmasını mümkün kılacak iradeyi etik olarak ortaya koyabilme
sorunudur. Descartes’ı mekanik ve sanayi çağının Kartezyen düşüncesi olarak
alırsak, aynı düşünceyi sibernetik çağa uyarlayan G. Simondon’un bazı temel
önermelerini öne çıkarabiliriz.
- Benzerlik
ilkesi: Gerçekliğin bütün kiplerini ideal olarak ve analojik olarak
makineleştiren kayıpsız aktarımdır.
- Bireyleşme
ve Eşik Sorunu
- İradi
Asketizm
1. Benzerlik (analoji) ilkesi: Bilme biçimleri antikten beri iki temel şemaya
dayanıyor, sonuçlar yoluyla bilme ve nedenler yoluyla bilme, Spinoza buna bir
üçüncüyü, özler(varlıklar) yoluyla bilmeyi ekler. Sonuçlar yoluyla bilme,
Spinoza’nın duygulanışların fikirleri dediği, birinci ve en alt bilme
düzeyidir. Akşam parkta yürüyorum, aya bakıyorum o da benimle birlikte geliyor.
Ay hakkında bir fikir oluşturuyorum. Reklamları izliyorum, etkileniyorum, bir
fikir oluşturuyor (isteme fikri) ve satın alıyorum. Gülen’i, Arınç’ı Tayyip’i
ağlarken görüyorum, etkileniyorum ve onlar hakkında olumlu bir fikir/inanç
oluşturuyorum. Ya da tersi, onları izliyorum bendeki fikirlerin (fikirler
sonuçlardır, şeylerdir) duygusal etkileriyle (ya da muhalif bilgi akışlarını
izliyorum) etkileniyorum, olumsuz bir fikir oluşturuyor, onlardan nefret
ediyorum. Bütün bunlarda şeyler arasında ya da şeyler ve bedenim arasındaki
açık ya da karmaşık ilişkilerin, nedenselliklerin bilgisi vb. hiçbiri yoktur
sadece sonuçlara bakarak, yani sadece sonuçlardan etkilenerek oluşan
fikir/imgeler ve bu fikir/imgelerin oluşturduğu duygular söz konusu. Platon’dan
bu yana sadece duygular, tutkular yoluyla bilme tarzının gerçeklikle ilişkisi
sorgulanmış ve yanıltıcı bulunarak dışlanmıştı. Burada sorun yok. Sadece
duyguların aldatıcılığı apaçıktır, hele de duygular tutkular tarafından
olumlanıyor ya da olumsuzlanıyorsa, trajik olarak apaçıktır. Spinoza için
sadece duygulanışların fikirleri değil, inanç da bu birinci bilme tarzı içinde
-en alt, birinci inanç düzeyi olarak- yer alır. [İkinci inanç düzeyi –nedenler
yoluyla bilme düzeyine paraleldir ve- tanrıyla itaat yoluyla kurulan ilişkiden
sevgi yoluyla kurulan ilişkiye yükselmeyi gerektirir]. Bizim burada asıl
konumuz sonuçlar yoluyla bilme değil, tersine nedenler yoluyla bilmedir.
İlk olarak Aristoteles’te nedenler yoluyla bilmenin, gerçek keşfin ve hakikatin
bilgisi olduğunu görüyoruz. Bilindiği gibi onun sentetik yöntemi duyusal fakat
duygulara en uzak fikirlerden, -evrensel öncüllerden/ tümellerden- nedenler
yoluyla sonuç çıkarmaya dayanır; Demokrasi için seçimler mutlak koşuldur/Tayyip
Erdoğan her seferinde seçimleri kazanmaktadır/ öyleyse Erdoğan demokrattır ve
onun yönetim tarzı demokrasidir. Burada hakikatin referansı ‘orta terim’ ya da
‘neden’ olarak adlandırılan ‘kanıt’tır. Fakat tümel/evrensel öncül nedenlere
değil, mathesis’e -varlıksal fakat ‘soyut sezgi’ye- dayanır. Descartes
hem sonuçlardan çıkarsanan duygulanışların fikirleri hem de Aristotelesçi
çıkarımın vargılarının kesin ve açık seçik bilgi olmadığını, her zaman bir
kuşkunun açıkta kaldığını ileri sürerek, gerçek bilginin kuşkuya yer
bırakmayacak açıklıkta ve kesinlikte olması gerektiğinden hareketle, sonuç ile
neden arasındaki ilişkiyi kesin, pekin haline getiren analitik yöntemi ileri
sürdü. Analitiğin işleyebilmesi için Aristoteles’in tümellerinin yerini alacak
bir sabite/kanıt gerekliydi ve o kanıta Descartes Cogito dedi.
Aristoteles’te (o böyle bir iddiayı teorik olarak detaylandırmamış olsa da)
sentetik yöntem zımnen varlığın düzeni ve bilginin düzeni diyebileceğimiz iki
düzen arasında bir bağla (bilgi bu bağdı) işlemekteydi. Oysa Descartes’ın
analitiği bilgiyi salt rasyonel bir kanıtlama/ispat sürecine indirgeyerek
gerçeği, ya da hakikati sadece bilginin düzenine hapsetmiş, varlığın düzenini
dışarıda bırakmış hatta yok saymıştır. Dolayısıyla on altıncı yüzyıl
Rönesans’ından, moderni de kat eden günümüze dek temel sorun, özellikle de
ister teknolojik mühendislik ister toplum mühendisliği olsun temel sorun,
yaşamı ve onun hem biçimlenişini hem hızını düşüncenin biçimlenişi ve hızına
indirgemek olmuştur.
Metafiziğin modern tezahürü olan Kartezyen düşüncede benzerlik ilkesinin rolünü anlamak için, öz kavramı hakkında kısa
bir ön bilgiye ihtiyacımız var. Bilindiği üzere metafizikler, köken, ilke ya da
normun ilksel olduğu iddiası aracılığıyla düşünür ve farklı arke biçimlerine
göre bütün bir deneyimler alanını düzenlerler. Köken ya da ilkenin doğrudan
bilinçte mevcut ve dolayımsız olduğu, anlam ve dilin ötesinde var olduğu
varsayılır. Metafiziklerde köken, temel, zemin vb. kavramlar varlığın mantıksal
olasılığıdır. Kalıcı ve değişmez bir töz ya da varlığın bireysel özelliklerinin
altındaki tabaka, bir şeyin altta yatan özü (Modernde bu, özgürlüğün ve ahlakın
taşıyıcısı için bir araç haline gelir). Bu anlamda, ‘temel’, ‘zemin’
düşüncesini ilk ortaya koyan Aristoteles’dir. O hypokeimenon kavramını,
alta konan, altta olan, zemin anlamında kullanmıştı. Ve Latince “Subjectum Grek Hypokeimenon’un
çevirisidir, “altta yatan”, “substratum”; Aristoteles’in Fizik ve Metafizik’ine
gönderme yapan terim, bütün diğer entitelerin yüklemidir fakat başka şeylerin
değil sadece kendisinin yüklemidir; hypokeimenon değişim aracılığıyla
varlığını sürdüren ve maddeye (hyle) -biçimin (morphé) üstüne empoze edildiği
değişim aracılığıyla varlığını sürdüren maddeye- analojik bir işlev gören
alt-katmandır (sub-stratum).” (S. Critchley, 1996:13). Metafiziğin tarihinde bu
ilk ilkelere ya da kökene birçok isim verilmiştir: öz, töz, İyi, Tanrı… Moderniteyle
birlikte ise İnsan, Akıl, Hakikat. Her metafizik, kendini bu metaforları
varoluşu ve düzeni keşfetmek ve sistematize etmek yoluyla geliştirmiştir.
“Kartezyen düşünce, metafizik sistemleştirmenin tamamlanmasını ifade eder.
Çünkü o varlığı doğanın dışında, onu düşünen bir öznede ve onu yaratan tanrıda
arar” (Deleuze, 1997:228). “Modern çağ böylece, Antik dönemim öz, töz, biçim
adları altında ya da Hıristiyan teolojide Tanrı adı altında işleyen metafizik
temeli ya da altta yatan zemini Descartes’ın cogito ergo sumu’u ilanıyla
ortadan kaldırması ve onu özne olarak anlaşılan İnsanlığa yerleştirmesiyle
başlamış olur… sonuç olarak subjectum’u, başlangıç ve son başvuru noktası
“ilk ve sadece gerçek subjectum”u insan özneyle tanımlamakla antropolojiye
çeviren Descartes’dı. Çeşitli formları ve kendiyle-özdeş olarak, ego ya da
bilinç olarak, res cogitans -düşüncenin ardındaki varlık ya da
düşünen düşünce- olarak, çeşitli biçimleri ve kılıfları içinde özne, şimdi tüm
var olanların nihai zeminidir” (C. Douzinas, 2000:204).
Eğer Descartes, ‘subjectum’u (öz’ü) İnsan özneyle
tanımlayarak, res cogitansı tüm var olanların nihai zemini’ haline
getirdiyse; ilk olarak İnsan kavramı ona nasıl geldi ve o bunu subjectum kavramıyla
nasıl özdeşledi, ya da başka deyişle bu özdeşlikte kullandığı zemin kavramı
hala antik subjectumla aynı anlamda mıydı? Ya da Douzinas’ın dediği
gibi, ‘gerçek subjectum’u insan özneyle tanımlayarak antropolojiye çeviren’
Descartes mıydı? Balibar, Heidegger’in de paylaştığı bu yanıtın yanlışlığına
dikkatimizi çeker. Kant’ta mükemmelen ortaya çıkacak felsefi antropolojinin
-aşağıda göreceğimiz gibi- Descartes’da henüz bir ‘özne’(subjectum) statüsüne
ulaşmamış olması, tarihsel ve politik anlamda önemlidir. Bu yüzden sorun,
öncelikle ‘İnsanlık’la tanımlanmış bir ‘İnsan’ kavramının Descartes’a nasıl
geldiğidir. Daha önce birkaç kez belirttiğim gibi Antik Grek’te, tür olarak
İnsan kavramı, birey kavramı yoktur. Kartacalılar, Spartalılar Atinalılar
vardır ve politik hayvan olarak insan sadece özgür yurttaştır. Yani hiyerarşik
bir statüler düzeni içinde herkes uğraşlarına göre ve o uğraşlara özgü
erdemleriyle tanımlanırdı. Köle, yabancı, kadın, özgür yurttaş, fakat aynı
zamanda savaşçı, kunduracı, gemici/denizci, çömlekçi, politikacı, filozof vb.
ve her biri kendi erdemiyle, savaşçı savaşçı erdemiyle, kunduracı zanaatkar
erdemiyle, filozof bilgelik erdemiyle vb. tanımlanırdı. Kısaca özleriyle değil
erdemleriyle (bilgi-varlık özdeşliğiyle) tanımlanırdı. Öte yandan hiyerarşik
statüler düzenine dair kavramsal bir belirginlik yoktu. “Grekler, bildiğim
kadarıyla, subjectus-subditus (uyruk-teba) için bir eşanlamlıya sahip
değiller, hatta hypakoe’den teologların Hıristiyan itaat adına
çıkarsadıkları ve müritler, çömezler haline gelen, bir efendi sözcüğüne itaat
edenlere işaret eden hypekoos tabiri bile bu anlama gelmez. Çünkü
Antikteki itaat, birinin kendini bir buyrukla (arché) ve böyle bir buyurucuyla
(archon) ilişki içinde bulması gibi olumsal bir duruma işaret eder. Fakat bir
buyruk (archemenos) almak birinin kendisini -en azından teorik olarak- bu
buyruğa vermesini anlatır (bu Aristotelesci yurttaş tanımıdır). Kuşkusuz
farklılıklardan bahsedilmelidir: kadın (Romalılar için haydi haydi, Grekler
için bile) bir köle değildir. Yine de bu farklılıklar benzer zıtlıklar altında
sınıflandırılmış olabilir: parça ve bütün, edilgenlik ve etkinlik, beden ve ruh
(ya da zihin/intellekt). Özellikle bu son zıtlık, bir beden, bir “organizma”
olarak kendi efendisine göre zeki olan köleler için geçerlidir. Böyle bir
perspektifte tam da ‘özgür itaat’ düşüncesi bir tür çelişkidir. Bir kölenin
aynı zamanda özgür olabileceği, başka bir düzeyin (‘kozmik’ bir politika,
‘zihin’ politikaları içinde) köle olan kişinin burada aynı zamanda bir efendi
(kendisinin, tutkularının efendisi) olabilen, bir ‘yurttaş’ olabileceğini
gösteren olarak anlaşılması görece olarak geç (Stoik) bir düşüncedir. Bizzat
itaat içinde ikamet eden bir özgürlük düşüncesine dair hiçbir yaklaşım, bu
itaatten çıkmaz” (E. Balibar, 1991:42).
Ortaçağ ve erken modernde özne (Hypekoimenon / subjectum) kavramı
felsefede ve dilde etimolojik olarak aynı fakat anlamsal olarak tamamen karşıt
iki terimin (özne-subjectum / uyruk özne-subjectus) paradoksal birliği
olarak gelişti. Subjectum daha çok bir kudret derecesi (gradus)
anlamında teolojik (fakat aynı zamanda varlıksal) olarak anlaşılırken, subjectus yine
aynı teolojik koşulu ima eden koşulsuz bir dünyevi itaate dönüştü. “Subjectus,
tabi olma, alta girme (subjection) ve boyun eğmeye (submission) işaret eder.
Birinin üstün, egemen ya da yöneten bir buyruk ya da iktidara boyun eğdiği
anlamında yasal ve politik bir terimdir. Emredici iktidar farklı kaynaklara
sahip olabilir ve birçok biçim alabilir fakat her durumda, subjectus hiyerarşiyi
ve tahakkümü ima eder, savaş ve fetih yoluyla şiddetle dayatılmış ya da iradi
olarak kabul edilmiş ve meşrulaşmıştır… Subjectus terimi ilk kez
Roma’da görüldü. Jus-gentium’dan faydalanan Romalı-olmayan, Subjecti, bir
kollektivite, bir bütünlük haline gelemedi, çünkü onları bağlamak için güçlü
bağlar yoktu. Birçok politik ve felsefi kavramla birlikte özneyi yeniden
tanımlayan ve ona tözünü veren Hıristiyanlıktı” (C. Douzinas, 217-218). Tür
olarak İnsanlığı (Humanitas) ilk kez St.Paul’ün ünlü ‘Grek Yahudi yoktur’la
başlayan ve ‘bütün insanlar tanrı katında yan yana duran ve boyun eğen
insanlığın ruhunun eşitleri, taşıyıcılarıdır’la biten aforizmasında görüyoruz.
Buradaki türsel insan (İnsanlık) bir yandan dünyevi hiyerarşiye ve itaat
düzeneklerine aşkın bir alanda (“Onlar, Tanrının hakiki cennet şehrinde ebedi yaşam
zevki ve kurtuluş (halas) planı aracılığıyla kurtulabilirler”), yani tanrı
huzurunda eşitlenirlerken, aynı anda bu eşitleyici aşkın güce itaat içinde
tanımlanırlar. Tanrıya itaat ile dünyevi itaat arasındaki temel fark, insanın
birinciyi kendisinin talep etmesi (uyruğu-tebası olma isteği), ikinciye ise
maruz kalmasıdır. Tür olarak İnsan tanrının uyrukluğunu talep ederken, empirik
olarak bu talep hiyerarşik eşitsizlikler ve itaat düzenekleri içinde şekillenir
(Paul’ün ünlü ‘tanrının hakkı tanrıya, Sezar’ınki Sezar’a’ formülü). Balibar’ın
ifade ettiği gibi, politik özgürlük birincisiyle değil, ikincisiyle ilgilidir:
“özgürlük aslında sadece öznenin, uyruklaşmış (subjected) varlığın özgürlüğü
olarak, yani koşulları içinde çelişki olarak düşünülebilir” (Balibar, 1991:36).
Fakat burada detayına giremeyeceğimiz çok önemli (çünkü modern hukuk öznesinin
kendine itaat ve politik özgürlük ikilemi arasında marazi bir sallantıda kalma
durumunu bir yazgı olarak yaşamasına dönüşecek olan) bir dönüşüm St.
Augustinus’la birlikte tarihe dahil olur. Augustinus tanrıya itaati içsel bir
alana transfer ederek, içsel bir itaat (içsel bir uyrukluk) biçimine
dönüştürür, (uyrukluğu bir içsellik olarak, ‘iç ses’ olarak
öznelleştirir). Ortaçağ boyunca tanrıya itaatin görünürlüğü kaçınılmaz olarak
tanrının temsilcisi Kral’a (Kral olduğu için değil daha çok aşkın gücün
temsilcisi olduğu için) itaate ve aynı mantıkla Kiliseye itaate dönüşür ve
böylece tanrıya itaat ile (kendi uyrukluk talebi ile), dünyevi itaat (güce
maruz kalma yoluyla itaat-submission) ayrımı bulanıklaşır ve giderek özne
sadece subjectus (uyruk) haline gelir. Balibar’ın bizi uyardığı ve
özellikle Heidegger’in Kartezyen eleştirisindeki hatası olarak adlandırdığı
nokta; Descartes’ın öznesi Heidegger’in dediği gibi subjectum olarak
özne (bu Kant’ın ’kendinde bilinç’ formülasyonuyla ortaya çıkacaktır) değil,
tarihsel ve politik tüm göndermeleri içinde ‘subjectus’ olarak bir tözdür.
“Descartes’ın “özne”si böylece hala (her zamankinden daha çok) subjectus’tur
(uyruktur). Fakat subjectus nedir? Bunun öteki adı, mutlak monarşi
teorisyenleri tarafından sistematik bir biçimde istismar edilmiş ve bütün bir
ortaçağ politik teolojisi tarafından pratikte uygulanmış tekabülüne göre subditus’tur:
bir otoriteye, bir prensin egemen otoritesine, dutio’ya maruz kalan birey
öteki egemen sözcük (Lord/Tanrı) yoluyla kendini meşrulaştırmış ve kendi düzeni
içinde ifade etmiştir. Descartes, Mersenne’ye mektubunda (15 Nisan 1630 tarihli
mektup) şöyle yazar; “Tanrı kendi krallığında yasalar tesis eden bir kral gibi,
bu yasaları doğada tesis etmiştir.” Onu oluşturan tam da bu tabiyettir. Fakat
Descartes’ın öznesi modern öznelliğe kadar Aristoteles’in metafiziğinde kalıcı
biçimde mevcut olduğu geniş ölçüde varsayılan subjectum değildir”
(Balibar, 1991:36).
Konumuzla değil fakat özne hikâyesiyle ile ilgili bir parantez: Eğer
Descartes’da özne uyruk (subjectus) olarak töz ise, modernitede İnsan, nasıl
oldu da tüm varoluşun ve tüm deneyimin zemini ve koşulu (subjectum) haline
geldi? Balibar’ın yanıtı nettir, Kant ve onun üç eleştirisiyle. Kant’ın ikili
hareketi bir yandan Kartezyen Cogito’nun bir yorumu, bir yandan da ondan
uzaklaşan bir hareket içinde, aşkın bir özne icat eder. Kant, Cogito’yu
sadece düşünümsel olarak değil fakat tamalgının sentetik birliği olarak yani
“bütün tasarımlarıma eşlik eden” “ben düşünüyorum” tezi olarak yeniden formüle
eder. Bu ‘kendinde bilinç’ olarak aşkın ben’in varlığı tam anlamıyla sentetik
bir a prioridir (hem a priori, hem sentetik! Bu spekülatif keşfin görkemli eleştirisinin
adresi Nietzsche ve Heidegger’dir). Böylece Kant hem varlık algısından hem
içsel bir Ego sezgisinden kurtulmuş hem de Desacartes’da temel bir işlev gören
tanrıya ilişkin yanılgılı çıkarım (paralojizm) meselesini çözmüş olur.
Balibar’a göre Kant, böylece “bir ve aynı tarihi-felsefi operasyonla Kartezyen
cogito’nun tözünde özneyi keşfeder.” Descartes varlığa/dünyaya
-aşağıda göreceğimiz gibi- analojiyle yaklaşır. Düşünmek Descartes için sadece
Cogito’nun merkeziliğini ve apaçıklığını kurmaz, aynı zamanda kendi temsiline
nesneyle ilişkisi yoluyla, dünyayı bir nesneye çevirmek yoluyla ulaşır. Kişinin
dünyayla ilişkisi zaman içinde kendisini anlamasına dayanır. Dünya böylece
kendi temsiline (nesneye) ve insan da her şeyin merkezi olmaya (özneye) indirgenir.
Kant’ın tam algı (apperception) ilkesine göre ise, bütün duygular ve temsiller
ancak bir özneye ait oldukları ölçüde dünyayı görünür kılabilir. Düşünen Ben,
tüm karmaşası içindeki bu algıları düzenler, sentezler (Saf Aklın Eleştirisi)
ve bunu yaparken de kendinin bilinci (self consciousness) haline gelir.
Öte yandan Kant bu keşfiyle, öznenin bütün aşkın referanslarını olduğu kadar,
onun paradoksal varlık biçimlerini ve tözselliklerini de reddetmiş olur. Ve bu
ret sadece epistemolojik düzeyde değil, pratik düzeyde de devam eder (Pratik
Aklın Eleştirisi). [Fakat o da aynen Descartes gibi teorisini pratik (eylem)
dünyasına aktarırken yine analoji ilkesine dayanır. Aklın yasasını bir akıl
olgusu (factum rationis) olarak temellendirirken, bu ‘olgu’yu nedensellik
ilkesine (doğa yasası modernde ‘nedensellik’ ilkesine atıfla anlam kazanır)
analojiyle meşrulaştırır.] Sonuç olarak, deneyim koşullarının sentetik
birliğini gerçekleştiren ve kendi eylemlerini kendine kategorik buyruk (aklın
yasası) tarzında dikte eden (‘iç ses’ olarak öznelleştiren) aşkın özne, doğası
gereği özgürlüğü betimler (fakat bu evrenselliğin bedeli öznenin kendi
yerelini/duygularını ve arzularını olumsuzlamasıdır, bu da onu marazi bir resentiment varlığı
haline getirir). Kısaca birey teolojik bir vizyon içinde İnsanı insanlığıyla
tanımlayan perspektifle aynı işlev ve statüye yerleştirilir; tek fark
teolojinin tanrısının yerini kategorik buyruğu vazeden ‘akıl’ın almasıdır. Ve
bu ‘akıl’ Nancy’nin dediği gibi her zaman kapıyı ‘tanrı’nın gireceği kadar açık
bırakır. Yine de fark açıktır: Augustinus’un ‘iç ses’i tanrıya itaate çağırırken,
Kant’ın ‘iç ses’i (kategorik buyruğu) Hukuka itaati ve tabiyeti emreder.
Parantezi kapatalım.
Şimdi gerek Balibar’ın uyarısı doğrultusunda gerekse yukarıda başlangıç
paragraflarında kartezyenizmin pozitivist algısını irdelerken belirttiğimiz
gibi, Descartes’da Cogito’nun, Heidegger’in anladığı anlamda bir özne (subjectum) olmadığı tersine bir töz olduğu ve bu töz’ün
(subjectus olarak) hem yer kaplama (res extensa) hem de düşünen düşünceye
(res cogitans) ilişkin, ikisi arasında ilişkisel bir kavram olduğu yeterince
açık. Başka deyişle Descartes’ın tözü; “sadece bizzat varolmayı gerektiren şey”
(Akt.Deleuze, 1997:163) anlamında sonsuz (tanrı) ve sonlu (dünya) arasında,
(veya ruh ve beden veya kısaca yer kaplama ve düşünen düşünce arasında) bağ
kuran- bir isim, bir sözcelemedir (Descartes’da sorun bu anlamda bir sözcük
sorunudur ve tanrıda olanı aynı anda bizde olan olarak tanımlar ve bu ikiliye
-sonsuza ve sonluya- aynı anlamda atfedilemez -fakat yine de ikisi arasında bağ
kurar). Peki bu (sonsuzdan sonluya geçiş) nasıl mümkün olmaktadır, yani
Descartes için bu bağ nasıl kurulur ya da bağ kurucu ilke nedir? Skolastik
gelenek içinde, tanrı ve varlık sorunu önemli bir yer tutmuş ve örneğin “Saint
Thomas’daki gibi, varolma edimi, kutsal bir tözde olan şeye benzer olarak
yaratılan tözler durumundaki gibidir” (Deleuze, 1997:163). ‘Gibidir’ yani
benzerdir, fakat tanrıya (sonsuza), yarattıklarına (sonluya) atfedilen türden
etkin bir nedensellik atfedilemez. Yani onun bir yaratıcısı yoktur, o kendinin
nedenidir. Descartes’ın tanrı, bilgi ve canlılar teorisi büyük ölçüde skolastik
geleneğin mirasçısıdır ve analitik yöntem bu varlık kavramlaştırmasına
benzerlik içinde ortaya çıkar. Deleuze’un Spinoza Descartes karşılaştırmasını
izleyerek (1997; 155-167) diyebiliriz ki; Tanrı önce bir olumsuzlayıcı ilkeyle,
nedensizlik ilkesiyle kavranır: tanrı nedensizdir. Sonra olumlayıcı bir ilke; o
kendi kendisinin nedenidir, kendinin nedeni ancak ‘kendisi aracılığıyla’
olumlanır. ‘Kendisi aracılığıyla’, tanrıyı kavrama yetimiz olmadığı için değil,
tanrının özünü (substratum) bütünüyle olumlamak adına biçimsel bir neden olarak
kavranır. “Tanrı kendi kendisinin nedenidir, fakat bu, kendi sonucunun nedeni
olan etkin nedenden daha başka bir anlamdadır; o kendi özünün biçimsel nedeni
olması anlamında kendisinin nedenidir. Descartes tanrının özünün doğrudan değil
fakat etkin bir nedenin kendi sonucuyla ilişkisine benzer olarak kendi
varoluşuyla ilişkisinde bir rol oynadığı ölçüde benzerlik yoluyla biçimsel
bir neden olduğunu söyledi” (Deleuze, 162). Yani, Descartes tanrının bir etkin
nedeni (yaratıcısı) olmadığını, onun ancak biçimsel bir neden olarak ‘kendisi
aracılığıyla’ (“biçimsel neden gerçekte sonucuyla ortak varolan ve ondan
ayrılmayan içkin özdür”) bir nedene sahip olduğunu fakat bu biçimsel nedenin de
(yani tanrının özü/varlığının da) ancak etkin nedene benzerlik yoluyla kavranır
olduğunu söyler. Kısaca, Tanrı ‘kendisi aracılığıyla’ (biçimsel nedenle)
kavranır fakat etkin bir nedenle benzerlik içinde. Tanrı böylece bütün
gerçekliği kapsar fakat sonsuz yüksek olarak (en üstünlük ilkesi) ve
yarattığı şeylerinkinden başka bir biçimde. Descartes için sorun, tanrının
varlığı sorunu değil, bizdeki ‘tanrı idesi’nin varlığı sorunudur. Dolayısıyla
analoji ilkesi, tözün varlığını kavranılır kılan ilkedir. Çünkü sadece bir töz
başka bir töze “yol açabilir”. Düşünme ve yer kaplama gerçekten de hiçbir
ortaklığa atıfta bulunmayan, ayrı tözlerdir ve yine tam da bu ayrımın
gerçekliği, algı ve deneyimimizin temeli olarak bir birlik tözünü ima eder.
Tözün ilişkisel bir kavram olduğunu söylerken kastedilen budur, bütün
ayrılıklarına ve karşıtlıklarına rağmen bu tözler tutarlılıklarını
Tanrıdaki, üstün nedensellik ilkesi yoluyla düzenlenmiş hem nedensel
hem de hiyerarşik olan bir bağ içinde bulur. Bütün sonlu tözler
sadece fazlasıyla Tanrıyla (kendi etkin nedenleriyle, ya da daha çok kendi
nedenlerinin Tanrıdaki pekinliğiyle) nedenlenmiş oldukları için, aynı
zamanda kendi aralarında da nedensel bir ilişki içindedirler. Böylece
Descartes tanrıda olanı bizde olan olarak tanımlamış olur. Fakat ruh ve bedenin
(sonlu ve sonsuzun) birliği hangi anlamda bir birlik ya da bileşimdir?
Balibar’ın yanıtı nettir: “onların birliği kutsal bir egemenliğin ‘öznesi’
(uyruğu-subjectus) olması” bakımındandır. “Egemenliğin temsili aslında zımnen
‘en üstünlük’ idesiyle anlaşılır ve tersine sonlu şeylerin gerçekliği ‘her
şeyin tanrıya tabi oluşuna göre’ özgül bir bağımlılık dışında anlaşılamaz.
Ontolojik bir bakış açısından geçerli olan şey aynı zamanda epistemolojik bakış
açısından da geçerlidir” (Balibar, 1991:35). Egemenlikle nedenselliği (itaat ve
bilgiyi) bir ‘aynılık’/ ‘özdeşlik’ içinde kavrayan Descartes için ‘en üstünlük’
ilkesi tanrıya aitken, Kant’la başlayan süreçte bu, akla (aklın üstünlüğüne) ve
yasanın emrediciliğine (hukukun üstünlüğüne) transfer olur. Kartezyenlerin
analojik aktarım paradigmasını savunma istekliliklerinin altında yatan temel
neden, tam da bu etkin neden olmayan fakat etkin nedene benzerlik
içinde kavranan biçimsel nedensellik anlayışıdır. Benzerliğin meşrulaştırdığı
şey, kavranılamaz olanı (sonsuzu) pekin (sonlu) bir kavranılırlık modeli olarak
sunan kendinde-nedenselliğin dolaylı belirleyiciliğidir. Deleuze’un belirttiği
gibi, analitik yöntem tam da bu yüzden bir varlık kavramlaştırmasına benzerlik
içindedir. Yani onun işleyişi, varlığı benzer olarak konumlandırır ya
da konumlanmasına yol açar. Fakat bütün pekinlik iddiasına rağmen kendini
benzerlik ve üstünlüğün kuruluşundaki belirsizlikten asla kurtaramaz.
***
Hedigger’in ünlü ‘teknoloji metafiziğin özüdür’ deyişini Gilbert Simondon’un
Kartezyen paradigmaya ve sibernetiğe dayalı bilişsel şemasında (‘teknik
mentalite’de) gözlemek rahatlıkla mümkündür. Kartezyen paradigmada
nedenselliğin işleyişi, varlığı analoji yoluyla konumlandırıyor (sonsuzdan
sonluya geçiyor) ya da buna yol açıyorsa, G. Simondon da aynı şekilde varlığın
(makinenin/teknik nesnenin) varoluşunu/işleyişini, nedenselliğe (zihnin
analitik/mantıksal işleyişine) benzerlik yoluyla konumlandırır. “Kartezyen
mekanizmada basit bir makinenin temel işleyişi üretici ve dakik olan mantıksal
düşünce yetisinin çalıştırılmasına analojiktir” (G.Simondon 2007:17). Bu
benzerliği mümkün kılan, yani “hem makinenin rasyonel çalışmasında hem
düşüncenin işleyişinde gerçekleşen şey kayıpsız aktarımdır: bilim ve felsefe
kayıpsız aktarımın mümkün olduğu varsayıldığı için mümkündür” (Simondon,18).
Kartezyen nedenselliğin mantıksal işleyişi içinde kayıpsız aktarımın mümkün
olduğu açık ve anlaşılırdır. Adaleti, estetiği ve bilgiyi makineye
endekslediğiniz ve makineye analojik olarak düzenlediğiniz anda elbette
mümkündür. “Gerçekliğin bütün kiplerini (fakat aynı zamanda Kartezyen bilgi
kavramlaştırması yoluyla gerçekliği) ideal olarak ve analojik olarak
makineleştiren bu kayıpsız aktarımın anlaşılırlığı sadece Res Extensa için değil, aynı zamanda Res Cogitans için
de geçerlidir: ‘uzun bir nedenler zinciri’ öncüllerden sonuca ‘bir kanıt
aktarımı’ gerçekleştirir” (Simondon, 18). Simondon kayıpsız aktarımın teknik
mentalite içindeki anlaşılırlığını birkaç örneğe başvuruyla daha açık kılar.
Örneğin bir taş binanın zeminindeki temel taşının direnci duvarın en üstündeki
taşa kadar kayıpsız olarak aktarılır. Ya da bir palangadaki ilk sabit makaranın
hareketi en sonuncusuna dek kayıpsız olarak aktarılır. Dolayısıyla bir
makine,“hareketin geridönüşlü olduğu tahmin edilen özel bir durumdaki bir
aktarım sistemidir… Parça sayısı ne olursa olsun, eğer makinenin her bir
parçası dakik bir şekilde bu aktarımı gerçekleştirirse, -makaralı sistemlerde
olduğu gibi- sabit kalan bir ürünün ögelerinin ya da -kasnak sistemlerinde
olduğu gibi- güçlerinin sadece yönü değişir… Bu rasyonel zihinsel süreç,
aktarım şemasını teknik nesnelerin özüne iade eder. Güçlerin aktarımı
bağlantıdan bağlantıya ilerler, bu yüzden her bağlantı iyi sabitlenmiş ve
zincirlemede hiç boşluk kalmamıştır… Düşünce, binanın zeminindeki temel
taşının, ya da zincirin orijinine bağlanan halkanın işlemsel eşdeğeri olan
-kesin ve değişmeyen/certum quid et inconcussum-bir sabitleme noktası
gereksinir: o bütün söküm girişimlerinden sonra, en abartılı kuşkudan bile
sonraya kalan kanıttır” (Simondon, 18).
Böyle bir sabiteden (Cogito’dan) hareket eden ve sonuçları sadece kendi
nedenlerine bağlayan Kartezyen analitiğin mantıksal yapısı içinde kayıpsız
aktarım gerçekten de mümkündür. Willy Just örneğinde ya da HES ya da Taksim
Topçu Kışlası projesi vb. örneklerde gördüğümüz gibi nedeni sonucu içinde ele
alan ve öteki (varlıksal) tüm nedenleri dışarıda bırakan teknik zihniyet,
örneğin makaralı sistemde hareketi (ya da başka mekanizmalarda enerjiyi veya
sinyali) bir sonrakine kayıpsız olarak aktarır veya mantıksal çıkarımda “uzun
bir nedenler zinciri” öncüllerden sonuca ‘bir kanıt aktarımı’ gerçekleştirir.
Çünkü bu Kartezyen mantık ya da “bu anlamda teknoloji kendinden menkul olan
analojik yorumun ardışık güç dalgalarında tecelli eder… sınıflandırmalara
başvurmaz ve türeyimsel ilişkileri, özel ilişkileri ve özgül farklılıkları bir
kenara bırakır” (Simondon, 19). Bu durumda bu bilişsel şemanın evrenselleşmesi
önünde hiçbir engel yoktur, tersine kaçınılmazdır. Teknolojinin (sibernetiğin)
evrenselliği tam anlamıyla bu varlıksal dünyayı ‘bir kenara bırakması’nın,
teknik operasyonun -varlığın ontolojik etki alanından göreli olarak bağımsız
olmasının eseridir. Simondon bu noktada açık yüreklidir “Bu yüzden canlı varlıkları makineler olarak dikkate almak
istememin nedeni açıktır; onlar ontolojik makineler değillerse, bilimin
nesneleri olmaları için en azından analojik olmaları gerekir… Bu sahiden
gerçekçi idealizmin yakın akrabası olan bir bilgi teorisini varsayan aşkın
kategorik bilgi özellikle bir operasyon rejiminin, bir etkinlik tarzının
everenselliğini kavramaya uygundur; gerçeğin kipleri ve varlığın geçici olmayan
doğası sorunlarını bir yana bırakır; o kendi işlevleri için geçerlidir;
etkinliğe giren şeyin doğası gereği göreli olduğu ontolojik bir önvarsayım
olmadan, etkinlik rejimlerinin fenomenolojisine yönelmeye eğilimlidir”
(Simondon, 18.) Özetle, gerçeğin kiplerini (örneğin sanal bir ağın yaratılmasına
yol açan ikincil dizilerin -alt kümelerin- endüstriyel üretimini) ve varlığın
geçici olmayan doğasını (örn, Spinoza’ya göre varoluşun kipsel özünün kendini
olumladığı içsel güç dereceleri) bir kenara bırakan “Gerçekçi İdealizm” olarak
teknik zihniyet salt ‘kendi işlevleri için geçerli’ bir ‘operasyon rejimi’ne
dayanır. [“Bu metinde Simondon sibernetiği, evrensel bir Sibernetik olmayı
(bilgi ve biçim nosyonlarının ışığı altında bireyleşmeyi) amaçlayan bir
“operasyonlar teorisi” olarak sunar. Bu yüzden Simondon’un sibernetik
düşüncesinin indirgenemezliği önemle dikkate alınmalıdır, çünkü hedeflenen
evrensellik klasik enformasyon kavramı ve sibernetik geri bildirim şemasına
dair ikili bir eleştiriyi ima eder. Sonuç olarak… operasyonlar teorisi varlığın
ontolojik etki alanından göreli olarak bağımsızdır. –Editör, J.H. Bartelemy
s.27]. Kısaca, kayıpsız aktarım, özgül bir operasyon rejimi içinde
matematikselleştirilerek/sayısallaştırılarak kavranan bir otomatizmin ve işlev
ve bakım eşiklerini aşmanın anlaşılırlığını sağlayan tözdür.
Şimdi Kartezyen nedenselliğe analoji yoluyla haklı kılınan, kayıpsız
aktarımın mümkün olduğu varsayımına dayalı teknik mentalitenin günümüzde
(özellikle, siber enformatik, genetik ve sağlıkla ilgili moleküler biyopolitika
alanlarında) yol açtığı sonuçlara değinmeden önce, daha baştan bunun Kartezyen
insan makine anolojisinin -iyileştirilmiş- bir tekrarı olduğunu ve
makine-insan-doğa ilişkisinin böyle bir anolojiyle kavranılır olmadığını ileri
süreceğiz. Bunu ancak, Descartes’a karşı tek ve en güçlü itiraz olan
Spinoza’nın (Deleuze’un Spinozası’nın) nedensellik anlayışını izleyerek
yapabiliriz. “Spinoza’da bir öz metafiziği yoktur, kuvvetler dinamiği yoktur,
fenomen mekaniği yoktur. Her şey doğada ‘fiziksel’dir; kipsel özlere tekabül eden
bir yoğun (intensive) nicelik fiziği; yaygın (extensive) nicelik fiziği, yani,
kiplerin bizzat varoluşa gelmeleri aracılığıyla işleyen bir mekanizma fiziği;
bir güç fiziği, yani, özün kendini varoluşta ortaya koyması aracılığıyla
işleyen ve eyleme gücünün varyasyonlarını destekleyen bir dinamizm fiziği”
(Deleuze, 1997:233-4). Her şeyden sonra varılacak olan bu vargıyı başa almamın
nedeni Spinoza’daki Kartezyen karşıtlığının radikalizmini vurgulamak içindir.
Çünkü “Spinoza’nın doğalcı programının gerçekleşmesi analojiye kapalıdır”
(Deleuze, 230). Kartezyen analoji ilkesinin çöküşüne işaret edecek olan bu
kapalılık onun birbirine içten bağlı iki kavrayışına dayanır: öz ve varoluş ilişkisi ve sıfatların ve nedenin ikili tek
anlamlılığı (ya da özler teorisi ve parçalar fiziği).
Yukarıda Descartes’ın Tanrının kendi kendisinin nedeni olarak varlığa
sahip olduğunu, ancak bu kendinde nedenin, etkin bir nedene benzerlik yoluyla biçimsel bir neden olduğunu ileri sürdüğünü
söyledik. Yine tekrar; biçimsel neden gerçekte sonucuyla ortak varolan ve ondan
ayrılmayan içkin özdür. Deleuze bu noktada bir uyarıda bulunur; “Fakat henüz
biz Tanrı’nın varlığının neden etkin bir nedene sahip olmadığının ve kendi
özüyle özdeş olduğunun olumlu bir sebebine ihtiyaç duyarız” (Deleuze, 164).
Descartes tanrının etkin nedene sahip olmayışının nedenini onun kendine
özgülüğüne, yani onun enginliği, bolluğu, sonsuzluğu vb. sıfatlara bağlar. Bu
aslında ikna edici olmaktan çok mistik bir tutumdur (Bütün tanrı
kanıtlamalarında onu sıfatlarıyla tanımlamanın yaygın olduğunu hatırlayalım.
İslamda da Tanrı, rahman, rahim vb. doksan küsur sıfatıyla tanımlanır). Ayrıca
bu mistik olumlama benzerlik yargısına ve onun gördüğü işleve orantılı bir
açıklama değildir. Oysa Spinoza için “bu sıfatlar tanrı’nın özünü oluştururken
aynı zamanda onun varoluşunu oluşturur; tanrının özünü ifade ederken onlar aynı
zamanda zorunlulukla ondan akıp gelen varoluşu ifade eder; onun varoluşu bu
yüzden onun özüyle aynıdır. Sıfatlar böylece, tözün, kendi nedenini, benzerlik yoluyla
değil doğrudan, kendinde kılan biçimsel nedeni oluşturur” (Deleuze, 164).
“Bunun sonucu olarak, kendinde nedensellik artık etkin
nedensellikten başka bir anlamda ileri sürülemez; daha
çok etkin nedensellik kendinde nedensellikle aynı anlamda ileri sürülmüştür.
Böylece tanrı var olarak üretir: bir yandan o kaçınılmaz olarak üretir; öte
yandan o kaçınılmaz olarak kendi özünü oluşturan aynı sıfatlar içinde üretir”
(Deleuze, 165). Burada hem sıfatların hem de nedenin tek anlamlılığı yaklaşımı
tümüyle “Spinoza’nın içkinlik kavramına uzanır; içkinlik sıfat ve nedenin ikili
tek anlamlılığını ifade eder, yani biçimsel ve etkin nedenin birliği ve bir
sıfatın, hem tözün özünün oluşturucusu olarak hem de canlıların özleriyle ima
edilen olarak teşhisi” (Deleuze, 165). Sıfatın tek anlamlılığından, onun tözün
özünü oluşturmasını anlıyoruz. Burada aşkın bir öz var ve sıfat ayrıca onun
özelliğini, niteliğini veriyor değildir, sıfat bizzat tözün özünü
oluşturmaktadır. Töz tanımı sıfatın tek anlamlılığını çok daha anlaşılır kılar:
“Töz, deyim yerindeyse, bütün biçimleri düşünme ve bütün biçimlerde varolma
gücüdür, mutlak sonsuz güçtür ve bütün niteliklerin mutlak ontolojik
kimliğidir. Sıfatlar sonsuz biçimler ya da niteliklerdirler ve aslında
bölünemezler. Dolayısıyla sonlu ne tözseldir ne de niteliksel. Fakat ne de
yalnızca görünüştür, o kipseldir, yani niceliksel” (Deleuze, 201). Kısaca
madde. Dolayısıyla varlık kipsel özler ve basit bedenler sonsuzluğudur (sonsuz:
sayıyla ifade edilemeyecek ölçüde ‘çok sayıda’ fakat yine de sınırlı).
Dolayısıyla bir kipin özü “mantıksal bir olasılık değildir ne matematik bir
yapı ne de metafizik bir entitedir, fakat fiziksel bir gerçeklik, bir res
fizikadır” (Deleuze, 192). Bir özün varoluşu ‘kendisi aracılığıyla’ değil
nedeni gereğidir. Kipsel öz her zaman kendi nedeni gereği bir varoluşa
sahiptir. Sıfatların tek anlamlılığı töz ve kiplerin aynı varlığa sahip
oldukları anlamına gelmez; töz kendindedir ve modifikasyonlar başka bir şeyde
olarak tözdedirler. Nedenin tek anlamlılığı ise, ‘tanrı (artık bu sözcük ‘doğa’
olarak da okunabilir) kendisinin nedeni olmasıyla aynı anlamda her şeyin
nedenidir’in olumlanması olarak etkin neden ve biçimsel nedenin birliğini
anlatır. Spinoza’da içkinlik tam da bu ikili tek anlamlılığa dayanır. Ve Spinoza’nın
sentetik yöntemi ya da paralelizmi doğal olarak bu içkin nedenselliğin ya da
ortak varlığın konumlamasına yol açar. Özetle Descartes bir nedenin
üstünlüğünden, belirli bir varlığın diğerlerine üstünlüğüne (tanrıda olanı
bizde olana aktardığı sürece) geçer. Ve bu geçiş benzerliğe ve tanrıyla
eşbiçimliliğe göndermelidir (eşbiçimlilik Descartes’da, tanrının benim
yetkinliğimi, en üstünlüğümü -yani özgür irade sahipliğimi- koruduğu anlamına
gelir). Spinoza’daki içkinlik kavramı tam da bu (gayrimeşru) geçiş problemine
odaklanır ve orada temellenir. “Descartes’a karşı Spinoza varlığın bütün
biçimlerinin eşitliğini ve bu eşitlikten izlenen varlığın eş biçimliliğini
koyutlar. İçkinlik felsefesi tüm bakış açılarından birleşik bir Varlık (var
olmak ‘çok sayıda’ parçalara fiilen sahip olmaktır), eşit varlık, Ortak ve
eşbiçimli Varlık teorisi olarak görünür” (Deleuze, 166).
2. Bireyleşme sorunu
İki uzlaşmaz vizyon ile karşı karşıya
olduğumuz yeterince açık olsa gerek. Şimdi tekrar Simondon’a geri dönelim ve
onun kayıpsız aktarım varsayımı temelinde teknik mentalitenin varsayımları
olarak ileri sürdüğü iki temel koşulu irdeleyelim. Birincisi, parça bütün
ilişkisi bağlamında, parçanın bütünden göreli olarak ayrılabilir, sökülebilir
olduğu ve ikincisi eşik meselesi. Birinci koşulu şöyle izah ediyor; “Teknik
nesne, inşa uğrağında kontrol, onarım, test aracılığıyla bakımı yapılması ya da
değiştirilmesi gereken ya da gerekirse onu oluşturan alt kümelerden biri ya da
birkaçının tümüyle değiştirilebilir, sökülebilir bir nesne olarak kavranır ve
bu anlamda teknik nesne ve canlı arasında basit bir analoji gereksizdir, o
tamamlanabilirdir, onarılabiliridir. Anglo Sakson deyişi kullanırsak ‘bakım’dan
beklenen şey budur. Bu varsayım, bir canlı varlık, insan ya da bir kurumla
hangi şekilde bağlandığı sorulduğunda aşırı derecede önemlidir. Sıklıkla
yaşama, kişiliğe ve geleneğin bütünlüğüne saygı olarak sunulan hazcı varsayım
belki de sadece tembel bir çıkış yoludur. Bir bütün olduğu için varlığı toptan
ret ya da kabul belki de daha cesur bir tutum almaktan -kısaca dikkatli bir
sorgulamadan- kaçınmak içindir. Gerçekten teknik bir tutum ahlaki yargı ve
adaletin kolay köktenciliğinden çok daha düzeylidir, alt kümeler ve onların
göreli dayanışma kipleri ayrımı böylece teknik mentalitenin bilişsel içeriği
tarafından öğretilen ilk zihinsel çalışma olacaktır” (Simondon, 19).
Alıntıyı uzun tuttum, çünkü Simondon’un ilk bakışta ne kadar haklı
olduğu ve eleştirisinin ne kadar yerinde olduğu görülsün istedim. Teknolojiye
olan güven ile adalete olan güvenin basit bir karşılaştırması bile Simondon’un
haklılığını yeterince kanıtlar. Zaten Spinoza’nın sentetik yönteminin de
Kartezyen karşıtlığı, sentetiğin analitikten sonraya gelme koşulunu içerir,
yani o “Kartezyen mekanikçiliğin asıl keşfini elde tutma meselesidir: her güç
fiilidir, edimseldir; doğanın gücü artık, gerçekleştirdikleri aracılığıyla
zihinlere, ruhlara ya da gizemli varlıklara atıfla sanallaştırılamaz” (Deleuze,
228). Oysa, Simondon’un burada hazcı yaklaşım eleştirisiyle sanallaştırdığı sorun
paradigmatiktir, yani bütün-parça, mutlak ve göreli düalizminin dışına
çıkamamak ve aynen sürdürmek. Üstelik teknik mentalitenin bu düalizmi rafine
eden bir ahlak hocası rolüne yerleştirilmesini de ihmal etmeden. Paragrafın
dipnotunda editör J.H. Bartelemy, alt kümelerin ayrılma yaklaşımını kınayan ve
bireyi ‘homojen bütün’ olarak ele alan savununun, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığını nasıl ürettiğini de ilave etmeyi unutmaz (s.28). Katılmamak mümkün
değil. Fakat teknolojik akıldan, analoji yoluyla toplumsal akıla bu geçiş, işte
bu Kartezyen sanallaştırmadır ve deşifre edilmelidir.
Parçaların bütünden göreli farklılıkları ve ayrılabilirliklerine ilişkin
düşünce tarzının yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kabul görmesi ve
popülerleşmesi, günümüzde teknolojinin özellikle bilgi teknolojisinin ve yaşamı
tıbbileştiren biyoteknolojinin hakikat söylemleri içinde mutlaklaşmış gibidir.
Bir bilgi ağı ya da enerji ağını onu yaratan alt kümelerden (ikincil
dizilerden) ayırmak ne kadar mümkündür? Çünkü, her tür ağ: makine, mekân,
kullanıcı malzeme vb. (kısaca canlı ve cansız unsurları birlikte) içeren,
nerede sanal nerede gerçek olduğu bulanık melez bir kiptir. Ağ adındaki bu
melez kipi, sadece ağ ve onun alt kümeleri gibi kategorik bir ikili içinde
sunmak ancak Kartezyen analojiyle mümkündür. Simondon, aktörler ve unsurlar
çokluğunu ‘kayıpsız aktarım’ miti içinde çözer. Bu çözüm soyut olarak bilginin
düzeninde mümkün olabilir ama bunu varlığın (doğa-makine-insan ilişkisinin)
düzeninde, yaşam dünyasında var saymak, ancak teknik bir mentalitenin eseri
olabilir. Simondon üstelik böyle bir mentaliteyi ahlaki bir referans olarak
sunmaktadır. Aşağıdaki paragraflar ağsal ya da post endüstriyel teknik
mentalitenin ahlaki olarak nasıl bir referans olduğunu açıklıkla göstermektedir.
Yaşam bilimlerini (biyo bilimleri) karakterize eden yeni bir moleküler düşünce
tarzı (teknik mentalite), günümüzde temel bilimler ile klinik tıp arasındaki
ayrımı sayısıyız dolayımla ortadan kaldırmış, İnsan bedeninin molar algısını
belki kozmetik reklamlar, TV ve sinema dışında tümüyle sanallaştırmıştır. Bu
konuda Nicolas Rose’un ‘Benlik yaşamı politikası’ makalesinin öğreticiliğine
daha önce birkaç kez değindim. Şimdi ondan pasajlar aktararak yaşadığımız çağın
‘farkı’ ya da ‘göreliliği’ mutlaklaştırma eğiliminin ya da ahlaki referans
olarak teknik mentalitenin yarattığı vehameti göstermeyi deneyeceğim.
“Bugün, biyotıp yaşamı başka bir düzeyde -moleküler düzeyde- görünür
kılmaktadır. Klinik bakış, yaşamı onun hakkında düşünmenin ‘moleküler’ tarzı içinde
bizzat bir ağla sarmış olan bu moleküler bakış yoluyla, şayet yeri alınmamışsa,
tamamlanmıştır. Çağdaş biyomedikal araştırmaların üstünkörü okumasında bile,
yaşam şimdi nükleotit temelli kod dizileri ve onların çeşitlemelerinin işlevsel
özellikleri, uyarlama ve ifadeyi düzenleyen moleküler mekanizmalar, proteinler
ve onların moleküler topografyasının işlevsel özellikleri arasındaki bağ,
belirli mekanik ve biyolojik özellikleriyle -membran olasılıklar, taşıyıcı
genler, enzim aktiviteleri, iyon kanalları- gibi hücre içi belirli unsurların
formasyonu açısından moleküler düzeyde anlaşılmakta ve ona göre hareket
edilmektedir”(N.Rose, 2008: 11)
Teknik düşünce tarzı; “unsurlar -terimler, kavramlar, savlar, referanslar,
ilişkiler- açıklama ve argüman olarak hesaba katılan belirli bir biçimin
konfigürasyonu içinde örgütlenmiştir… Belirli şeyler belirli biçimlerde
toplanmış ve kullanılmış ve kanıt olarak gösterilmiştir. Konular seçilmiş ve
işe koşulmuştur. Modelleme sistemleri hayal edilmiş ve bir araya getirilmiştir.
Makineler keşfedilmiş ve sonradan tablolar, çizelgeler grafikler gibi kayıtlar
ve ölçüler yaratmak için değiştirilmiştir… Bir düşünce tarzı aynı zamanda bir
disiplin ya da alt disiplin içindeki bir ‘düşünce topluluğu’ üyeliğini ve onun
statü ve iktidar ilişkileriyle içli dışlı olan bilgiyi kapsar… Bir düşünce
tarzı sadece belirli bir açıklama biçimi hakkında değildir, açıklamanın ne
olduğu hakkındadır, aynı zamanda da açıklamak için orada ne olduğu hakkındadır.
Yani o gerçek açıklama nesnesini, açıklamanın hesaba katmaya çabaladığı
problemler, meseleler, fenomenler kümesini, tesis eder ve biçimlendirir. Çağdaş
beyin bilimleri için beyin, 1950’lerde olduğu gibi değildir; hücre biyolojisi
içinde, hücre 1960’larda olduğu şey değildir; “bir gen” -onu aramak hala akla
uygunsa- genom dizilerinden önce olduğu şey değildir, vesaire. Yaşam bilimleri
içinde şekillenmiş olan yeni düşünce tarzı, kendi nesnelerinin her birini,
göründükleri yeni biçimler, yeni özellikler ve başka nesnelerle yeni ilişkiler
ve ayrımlar içinde modifiye eder… Bir düşünce tarzı yalnızca yeni bir söylem
değildir. 1960’lardan itibaren şekillenmiş olan moleküler yaşam bilgisi yaşam
üzerine bu moleküler düzeyde müdahale eden yüksek ölçüde özgülleşmiş deneyim
tekniklerinin -örneğin gen kesme ve yapıştırma tekniklerindeki gibi, canlı
sistemler dışında belli bir DNA parçasının kopyalarını yaratmak için polimeraz
zincirleme reaksiyonu, DNA dizilerinin özelleştirilmiş imalat siparişi, özgül
gen dizileri olan ya da olmayan organizmalar imalatı gibi- bütün türlere
bağlanmıştır. Bir labaoratuvar yeni moleküler yaşam formlarının yaratılması
için bir tür fabrika haline geldi. Ve o bunu yaparken, yaşamın kendisini
anlamanın yeni bir yolunu imal etti” (N.Rose, 12).
“Kullanışlı bir formül; biyoteknoloji insan olmanın olduğu şeyi değiştirir” bu
değişim sürecini ayrıntısıyla anlamak için o bir ara adımı kapsamalıdır:
biyoteknoloji biyolojik olanın olduğu şeyi değiştirir. Tedavi, düzeltme ve
iyileştirme arasındaki eski çizgiler artık devam ediyor olamaz. Biçimler
yeniden düzenlenmeler içinde moleküler biyopolitiğin yeni bölgesini konfigüre
eder… Bu yeni teknolojiler o zaman, sadece organik hasar ya da hastalıklara
çare aramaz, ne de sadece, diyet ve fitness rejimlerindeki gibi sağlığı
iyileştirir, fakat çıktıları iyileştirmek ve işlevlerini maksimize etmek için
kendi dirimsel süreçlerini yeniden biçimlenme olanağı -ya da yeniden biçimlenme
umudu- yaratmak yoluyla, onun biyolojik bir organizma olarak olduğu şeyi
değiştirir (N.Rose, 17).
“Ve bence, giderek kendimizle ‘bedensel’ bireyler olarak yani, bireyselliğini,
en aznından bir kısmını, bedenimiz, bedensel varlığımız içinde temellendiren ve
kısmen biyotıbbın dili içinde kendimiz üstüne eyleyen ve yargı üreten,
eklemlenen ve deneyimleyen varlıklar olarak ilgilenir hale gelmekteyiz. Kitle
iletişiminde acı çekme ve hastalık deneyimi hakkındaki anlatılar aracılığıyla
sağlığı tutundurma amaçlı resmi söylemlerden alıştırmalar ve diyet üzerine
popüler söylemlere dek kişinin yeniden inşasında eşanlı olarak bedensel ve psikolojik
olan fitness adı altında beden üzerinde eylemde bulunma aracılığıyla artan bir
baskı görmekteyiz. Alıştırmalar, diyet, vitaminler, dövmeler, beden takıları,
uyuşturucular, kozmetik cerrahi, cinsiyet değiştirmeler, organ nakilleri:
bedensel varoluş ve bedenin diriliği benlikle ilgili deneyimlerin ayrıcalıklı
alanları haline gelmişlerdir” (N.Rose, 25).
Yeni Otorite biçimleri: “Biyopolitika bugün yeni bir fenomen yaratmak için
laboratuavarda çok titiz bir çalışmaya bağlıdır, genomik dizilerle aile soykütükleri
ve tıbbi geçmişleri bağlamakla uğraşan aygıtların kitlesel programlama gücü,
ilaç şirketlerinin pazarlama gücü, araştırma etiklerini düzenleyici
stratejiler, ilaç lisanslama komiteleri ve biyoetik komisyonlar ve elbette, bu
gerçekleri vaad eden hissedar değeri ve kâr araştırması. Çağdaş biyoiktidar
uygulamasında yeni otorite biçimlerine burada rastlanmaktadır” (N.Rose, 27).
Sermaye ve biyoekonomi: “Giderek bu tür yatırımlar özel şirketlerce sağlanan
risk sermayesinden, aynı zamanda hisse senedi piyasasında fon arayan ve
sermayeleşmenin tüm gereklerine -kâr yükümlülüğüne ve hissedar değerinin
taleplerine- tabi olan sermayeden gelir. Bu biyoteknoloji şirketleri yalnızca
bilimsel keşifler “pazarı” ya da “tatbikçisi” değildirler: laboratuar ve
fabrika içsel olarak birbirine bağlanmıştır -nörokimyasal araştırmalarda ilaç
endüstrisi, klonlama üzerine araştırmalarda biyoteknoloji endüstrisi, insan
genomunu dizilemede genetik şirketleri merkezi hale gelmişlerdir… Biyotıptaki
potansiyel hakikati yaratmak için gerekli olan fonların ve böyle bir fon
tahsisinin kaçınılmaz olarak finansal geri dönüş hesaplarına bağlı olması,
ticari yatırımların doğrultusunu, örgütlenmesini ve problem alanını
biçimlendirir ve desteklediği temel biyoloji ve biyotıbbın etkilerini çözer.
(N.Rose, 31).
Parça bütün ilişkisinde, parçanın göreli farklılığını mutlaklaştırma
(molekülerleştirme) eğiliminin teknolojik akıldan sermayeye doğru nasıl hareket
ettiğini ve bunu sağlığın çok ötesinde yaşam tarzını nesneleştirmek yoluyla ve
yeni öznellikler üreterek nasıl işlettiğini, N. Rose’un kaleminden gösteren bir
fotoğraf şeridiydi bu. Benzer şeritleri iletişim ve medya ağları, ya da enerji
ağları için de oluşturabiliriz. Analoji temelinde işeyen bu Kartezyen ilişkinin
siyasal tercümesinin, bütünün mutlaklaştığı yerde ‘devlet’le, görelinin ve
farkın mutlaklaştırıldığı yerde çözümsüz kimlik politikaları ve temsili
demokrasinin partileriyle karşılaştığımız bilinen bir açmaz. Şimdi Spinoza’ya
dönerek, aynı ilişkiyi bir de onun zaviyesinden görelim.
“İki bileşik bedeni alırsak, her biri, belirli bir ilişki içindeki parçalar ya
da bedenlerin basit sonsuzluğuna sahiptir. Onlar karşılaştıklarında bu iki
ilişkinin doğrudan birleşebilmesi mümkün olabilir. O zaman, önceki ikisini
birleştiren bir üçüncü ilişki içinde birinin parçaları, ötekinin parçalarına
uyarlanır. Burada başladığımız iki biçimden hala daha mürekkep (karmaşık
bileşik) bir beden formasyonuna sahibiz. Ünlü bir pasajda, Spinoza kilus
(Chycle) ve lenfin (lymph) nasıl birleştiğini, ayrı ayrı ilişkilerin nasıl
üçüncü bir ilişki olarak, kan olarak oluştuğunu gösterir. Ve az ya da çok
karmaşık koşullarda, bu süreç bütün türetim ya da oluşum, yani tüm varlığa
geliş sürecidir. Parçalar farklı ilişkiler içinde bir araya gelir: her ilişki
her zaman kipsel bir öze karşılık gelir; iki ilişki, parçaların ilerideki bir
tözsel öze tekabül eden üçüncü ilişkiye girerek karşılaşmaları şeklinde
birleşir. Tekabüliyet kipi böylece varoluşa gelir. Fakat o iki ilişki doğrudan
birleşemez de olabilir. Karşılaşan bedenler her biri karşılıklı olarak ötekine
kayıtsızdır ya da biri, kendi ilişkisi aracılığıyla, diğeri içindeki ilişkiyi
bozar ve dolayısıyla öteki bedeni tahrip edebilir… Bizzat kendi ifadesi olan
ilişkinin fiilileşmesini belirleyen öz değildir. İlişkiler kendi yasalarına
göre oluşturucu ya da yıkıcıdırlar” (Deleuze, 210).
“Varolan herhangi bir kipte biz üç şeyi ayırmalıyız: onun bir güç derecesi
olarak özü; kendini ifade ettiği karakteristik ilişki ve bu ilişkiye dahil olan
yoğun ve yaygın parçalar. Bu düzenlerin her biri doğanın düzenine tekabül eder.
İlk etapta, bir güç derecesiyle belirlenmiş özlerin düzeni vardır. Bu düzen
toplam uygunluğun düzenidir: her bir öz ötekilerle hemfikirdir, her varlık her
birinin üretimi içinde oluşmuştur. Ebedidirler ve ötekilerin tümü yok olmadan
asla yok olmazlar. İkinci etapta, yasaya göre oluşmanın bir düzeni olarak
ilişkilerin düzeni, oldukça farklıdır. O varoluşa ulaşan kipler için ebedi
koşulları belirler ve bu ilişkilerin oluşumunu korurken varolmayı sürdürür.
Üçüncü etapta, karşılaşmanın düzenini ele almalıyız. Bu, yerelin ve geçici,
kısmi anlaşmanın veya uyuşmazlığın düzenidir… Karşılaşmanın düzeni böylece bir
kipin varoluşa geldiği (ilgili yasa yoluyla koşulları yerine getirildiği) anı,
varoluş süresini ve ölüm ya da yıkım anını belirler. Spinoza karşılaşma
düzeninin, aynı anda “Doğanın ortak düzeni” olarak, “dışsal belirleyiciler”
düzeni olarak, “karşılaşma şansı” olarak ve tutkuların düzeni olarak tanımlar.
O gerçekten de bütün kipler ona tabi oldukları sürece, ortak bir düzendir… Ve
Spinoza bunu asgari bir olumsallık dışında, “tesadüfi-şans eseri” olarak
adlandırır… onun zorunluluğu sonsuza dek dışsal belirlenimlerin ve yayılan
parçaların zorunluluğudur. Fakat o ilişkilerin düzenine göreli olarak
tesadüfidir” (Deleuze, 239)
Spinozadaki özler teorisi ve bedenler fiziği ile Kartezyen parça bütün düalizmi
kısaca gördüğümüz üzere karşılaştırılamazdır. Dolayısıyla teknik mentalite
açısından ‘kendi işlevleri için çalışan’ bir ‘operasyon rejimi’ ya da ‘alt
kümelerin göreli farklılıkları ve ayrılabilirlikleri’ Spinoza’nın baktığı
yerden (varoluşun üç bileşeni -tekil öz, tikel varoluş, bireysel biçim
açısından) kavranamazdır. Bütün varoluş bileşiktir ve sorun ‘bütün’ adında
bileşik olmayan bir mevcudiyetin kurgusallığı sorunudur. Varoluş düzeninde
geçerli olan ‘operasyon rejimi’ değil ‘varyasyonlar rejimi’dir. Bu kez
yukarıdaki iki paragrafı, politik alana tercüme edersek, orada da doğanın
düzenine tekabül eden varoluşun bu üç bileşeninin karşılığının olmadığını
görürüz. Karşılaşmalar düzeni içinde “iki ilişki, parçaların ilerideki bir
tözsel öze tekabül eden üçüncü ilişkiye girerek karşılaşmaları şeklinde
birleşir”. Bu vizyon ne bütün ‘devlet’ ne de parça ‘kimlik’ perspektifine hitap
eder. Bunun karşılığı örneğin sadece Gezi direnişi özelinde bulunabilir ve onun
dışında hiçbir yerde. ‘Gezi ruhu’ özler düzenine aittir. Yoğun parçalar
sonsuzluğu olarak bir kudret derecesine tekabül eden kipsel bir öze.
Spinoza’nın kipi olmayan kipsel öz vardır önermesini kanıtlayan bir kipsel öz.
Kipi olmayan kipsel öz vardır ve ebedidir (çünkü isyan ebedidir). ‘Gezi ruhu
yaşıyor’ ifadesiyle anlatılan öz ile herhangi bir şeyi simgelemeyen düşünüş
olarak düşünce (thought) arasında bir ayrım yapmak imkânsız değilse bile
tümüyle zordur. Bu yüzden ‘Gezi ruhu’nun (özün) gücü, içsel, niceliksel ve
yoğundur. C. Taylor’un dediği gibi, belirli düşüncelerin içerdiği kuvveti
anlamak tarihsel olarak nasıl bir toplumun gelmekte olduğuyla ilgili bir şey
bilmektir. Fakat bir kip olarak varoluş hem ilişkiler düzeninin zorunluluklarına
hem de karşılaşmalar düzeninin tesadüfiliğine bağlıdır. Teknik mentaliteye
gelince, o, iki bedenin karşılaşmasını, bir üçüncü kip olasılığı olarak
(varyasyonlar rejimi olarak) değil, sadece o ikisi arasında bir ilişki olarak
(operasyon rejimi olarak) kavramak durumundadır.
hç
26
Haziran 2014
Kaynaklar
Aristoteles,
(1985) Metafizik C.I Çev. Ahmet Arslan, E.Ü. Ed. Fak.
Yay. İzmir
Badiou,Alain
(2009) Logics of Worlds- Being and Fvent II, Trans. Alberto
Toscano, Continuum, New York
Balibar,Etienne
(1991), ‘Citizen Subject’, in Who Comes after the
Subject? Ed. E.Cadava, J-LNancy,P.Connor, Routledge New York
and London
Bauman,
Zygmunt (1997) Modernite ve Holocaust, çev. S.Sertabiboğlu, Sarmal yay.İst.
Critchley,
Simon (1996) Deconstructive Subjectivities,
State University of New York Pres, Albany-USA
Çiğdem,
Ahmet (1997), Bir İmkan olarak Modernite,
İleyişim yayınları, İst.
Deleuze,
Gilles (1991) Empricism and Subjectivity, Trans.
C.V. Boundas, Columbia University Pres, New York
Deleuze,
Gilles (1997) Expressionism in Philosophy: Spinoza,
Trans. M.Joughin, Zone Boks . New York
Dellaloğlu,
Besim F. (1998), “Toplumsal”ın Yeniden Yapılanması,
Bağlam yayınları, İst.
Derrida,
Jacques (1989) Of Spirit, Trans. G. Bennington and
R. Bowlby, The University of Chicago Press, Chicago and London
Descartes
(1998) Yöntem Üzerine Söylem, Çev. Aziz Yardımlı. İdea yay. İst.
Descartes
(1997) Ruhun İhtirasları, Çev. Mehmet Karasan. M.E.B. İst.
Douzinas,Costas
(2000) The End of Human Rights, Hart Publishing, Oxford
Ferguson,
Harvie (2000) Modernity & Subjectivity- Body, Soul,
Spirit– University Pres of Virginia, London
Foucault,
Michel, (2001) Ders Özetleri, çev. Selahattin
Hilav, YKY. İst.
Foucault,
Michel, (2012) Doğruyu Söylemek, Çev. Kerem Eksen,
Ayrıntı, İst.
Freidman,
George (1981) The political philosophy of the Frankfurt
School, Cornell University Pres, Ithaca and London
Habermas,J.
(2001), İletişimsel Eylem Kuramı, çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı
yayınları, İst.
Habermas,
J. (1995), “Communicative Versus Subject-Centered Reason, in, Rethinking the Subject, ed. James D. Faubion, Westview
Press, San Fransisco pp.153-165
Kant,
I. (1995) …Metafiziğe Prolegomena, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara
Kant,I.
(1983), ‘Aydınlanma nedir? Sorusuna yanıt’ Çev. Nejat Bozkurt, Felsefe Yazıları, 6. Kitap, Yazko, İst.
Laberthonniére
(1977), Descartes Üzerine Tetkikler, Çev. Mehmet Karasan,
Kültür Bakanlığı yay. Ank.
MacIntyre,
Alasdair (2001), Erdem Peşinde, Çev. Muttalip Özcan,
Ayrıntı, İst.
Malebranche
(1946) Metafizik ve Din, çev.Bedia Akarsu, M.F.B. İst.
Nancy,
Jean-Luc (2008) Corpus, Trans. R.S. Rand, Fordham
University Pres, New York
Nancy,
Jean-Luc (2011) ‘Komünizm, Kelime’, içinde, Bir İdea Olarak Komünizm, Çev. A.Ergenç-E.Kılıç,
Ayrıntı, İst.
Negri,
Antonio (2012) Porselen Yapımı, çev. Elyasa
Koytak, Monokl, İst.
Nietzsche,
F. (2003) Şen Bilim, Çev. Levent Özşar, Asa
yay. Bursa.
Platon,
(1992) Devlet, Çev. S.Eyüboğlu, M.Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi,
İst.
Platon,
(1997) Timaios, çev. Erol Güney-Lütfi Ay, M.E.B. İst.
Platon
(1943) Phaidon, Çev. Suut Kemal Yetkin, Maarif Vekaleti
Matbaası, İst.
Ricoeur,
Paul (2010), Başkası Olarak Kendisi, Çev. Hakkı
Hünler, DoğuBatı Ank.
Rose,
Nicolas (2008) The Politics of Life Itself: Biomedicine, Power, and
Subjectivity in the Twenty-First Century
Simondon,
Gilbert (2007) Technical Mentality, trans. Arne De Boever, parrhesiajournal.org
Taylor,
Charles (2001) Sources of The Self, Harward
University Pres, Cambridge, Massachusetts
Vattimo
Gianni (and J.Derrida) (1998), Religion, Cultural Memory in
the Present, Standford University Press, Standford, California